10 Ocak 2017 Salı

FİLM TAVSİYESİ

Havalar buz gibi ve her yer karla kaplanmışken yapılacak en iyi aktivitelerden biri film izlemek bence. Çoktandır istediğim gibi bir dizi bulamadığım için aklımda olan filmleri izlemeye başladım. Film izlemek isteyenler için de bir fikir olur diye sizlerle son izlediğim ve oldukça beğendiğim filmleri paylaşmak istedim.
İlk filmimiz gerçek bir hikayeden beyazperdeye aktarılmış Sully filmi. Film 2009 yılında yaşanmış bir uçak kazasıyla ilgili. Aslında çok uzun zaman önce olmuş bir olay değil bu, ama her nasılsa gözümden kaçmış yani ilk kez bu filmle haberdar oldum bu kazadan. US Airways'a ait bir yolcu uçağının kaptanı olan Sully, uçağın motorlarına kuş sürüsü çarpması nedeniyle bir karar vermelidir ya en yakın havalimanına inecek (eğer motorun gücü oraya kadar gitmesine izin verirse) ya da yerleşim yerinin üzerinden geçerek Hudson Nehrine inecektir. Sully, Hudson Nehrine inmeye karar verir. Tom Hanks oyunculuğun kitabını yazmış yine, izlerken yüzündeki ifadelerden Sully'nin yaşadıklarını apaçık görebiliyordum, bu role o kadar yakışmış ki, Sully ondan başkası olamazmış gibi geldi bana. Afişte de isminin en görünür isim olmasını da sonuna kadar hak etmiş. İlk önce yavaş bir film gibiydi ama sonuna doğru oldukça heyecanlandım, bitene kadar soluksuz izledim diyebilirim. 
İkinci film, oldukça popüler Trendeki Kız isimli kitabın film versiyonuydu. Açıkçası kitabı çok fazla gördüğüm için o dönemde soğudum, okumayı da düşünmedim ama filmini görünce bir bakayım dedim. Biraz izleyince de gayet hoşuma gitti. Kocası Tom'la ayrıldıklarını bir türlü kabul edemeyen Rachel, alkole sığınır ve tren yolu üzerindeki evlerini gözetlemek için hergün trene biner. Tom ve yeni ailesi ise uzaktan çok mükemmel gözükmektedirler. Onları gözetleyen Rachel, yan komşularının da hayatını da yakından takip etmektedir. Onlar da çok mutlu görünmektedir. Birgün tren geçerken komşu kadını başka bir adamla görür ve onu Tom'un yeni karısı olduğunu zanneder. Trenden inip eve doğru sinirli bir şekilde gitmeye başlar. Gerilim dozu ayarında, oldukça sürükleyici bir filmdi.
Son film ise bir İran filmi. Bu film, Filmekimi'nde gösterilen bir filmdi ve sinemada izlemek istemiştim ama saatleri ya da yeri uymamıştı ve sonunda izleyebildim. Filmimiz Gölge Altında, İran-Irak savaşı esnasında bir apartmandaki sakinlerin güvenlik nedeniyle apartmanı boşaltması ve bir anne-kızın apartmanda kalmasını konu almış. Filmde, bombardımanın, yalnızlığın, metafiziksel varlıkların çevrelediği anne ve kızını izliyoruz. İran'ın Babadook'u da denilmiş bir yorumda ekşisözlükte ama bence Babadook'tan daha fazla gerilim öğesi taşıyordu film. Apartmandakilerin taşınmaya başlamasıyla ben gerilmeye başladım ne yalan söyleyim. Babadook'ta tek bir şeyle mücadele ediyordu anne - oğul, Babadook'tan daha başarılı buldum bir de :) Kısacası gerilim filmi meraklısıysanız seveceğinizi düşünüyorum.



4 Ocak 2017 Çarşamba

BAŞLIKSIZ

Çok uzun zaman olmuş bir şey yazmayalı... Hiç bu kadar ara vermemiştim yazmaya. Halbuki en azından yeni yılla ilgili bir iki şey yazardım önceleri ama bu sene hiç içimden gelmedi malum sebeplerden. Edebiyat, sinema ya da tiyatro paylaşımları yapmak da gelmedi içimden, zaten uzun zamandır gittiğim oyunlardan da zevk alamaz oldum. Halbuki ne kadar da rahatmışız önceden gündelik tasalarımızla, şimdi daha iyi hissedebiliyorum. Korkuyorum, üzülüyorum, kahroluyorum... Kendimi kapatmaya çalışsam, bu sefer de suçluluk duyuyorum, ne yapacağımı şaşırdım açıkçası. Uykusuzluk, gözümün önüne duyduğum haberlerin sahnelerinin gelmesi, birinin etkisini atlatamadan ardından meydana gelen diğer saldırılar. Neyi paylaşamıyoruz, neyi yettiremiyoruz, anlamıyorum. Bu güzel ülkede kardeşçe, insanca yaşamak neden bu kadar zor?! Umarım çok geç olmadan birbirimizden başka dayanabilecek dostumuzun olmadığını ve gidilebilecek diğer ülkelerin bizim vatanımız olamayacağını anlarız. Daha iyi günlerde sadece sanat, edebiyat konuşmak dileğiyle... 

14 Kasım 2016 Pazartesi

BİR FİLM İKİ KİTAP

Yıllar önce Türkçe dersinde  kompozisyon yazmanın en önemli kuralı olarak öğretilen giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinin; giriş bölümü beni hep zorlardı. Bloğa yazı yazarken de aynı şey devam ediyor. Ne desem de ilk cümleye başlasam, pat diye anlatacağım konuya geçsem nasıl olur ki diye düşünmüyor değilim ama öyle de yazı pek çiğ görünüyor. Neyse giriş bölümünü, giriş bölümü yazmakta ne kadar zorlandığımı ifade ederek atlattım sanırım :) O zaman şimdi filmimizden bahsedebiliriz :) Film, Pedro Almodovar'ın Julieta filmi, yönetmenin daha önce İçinde Yaşadığım Deri (The Skin I Live in) isimli filmini izlemiştim sadece ve gerçekten oldukça beğenmiştim. Bu film de, hoş bir filmdi. Film, 50'li yaşlardaki Julieta'nın, sevgilisiyle birlikte yeni bir hayata başlamak üzereyken; yıllardır görmediği kızının arkadaşıyla karşılaşınca, ardında bırakmak istemediği gerçekle yüzyüze gelmesi ve geçmişiyle yüzleşmesi gerektiğini anlamasıyla başlar. Bence film akıcı ve güzeldi ancak film bittiğinde çok şaşırdığımı söyleyemeyeceği ve olaylar biraz yüzeysel geldi bana, çok derinlik hissedemedim açıkçası.

Bahsetmek istediğim kitaplara gelince; bir tanesi Sema Kaygusuz'un Sandık Lekesi, diğeri ise Ayfer Tunç'un Aziz Bey Hadisesi. İlk önce Sandık Lekesi'yle başlayayım. Daha önce Sema Kaygusuz okumamıştım. Kitap kısa öykülerden oluşuyor, konular günlük hayattan ve öykü bittiğinde yarım kalmışlık hissi olmadı ama öyküler beni çok etkilemedi sanırım. Şu anda sorsanız bu kitapta hangi öyküyü hatırlıyorsun diye üzgünüm ama hiçbirini hatırlayamıyorum. Belki moduma uymadı, belki de üslubu beni sarmadı bilemiyorum ama başka bir kitapla tekrar Sema Kaygusuz'u tanımaya çalışacağım. Gelelim Aziz Bey Hadisesi'ne, Yeşil Peri Gecesi'yle Ayfer Tunç'un kalemine hayran olmuştum, bu kitapla hayranlığım perçinlendi. Aziz Bey Hadisesi, kısa öykülerden oluşan bir kitap. İlk öykü, kitaba ismini veren Aziz Bey'le ilgili, konuyu anlatmak istemiyorum ama Ayfer Tunç'un olayı anlatış şekli, Aziz Bey'in düştüğü sıkıntıları ustaca betimlemesi sayesinde yüreğimde bir ağırlıkla okuduğum bir öykü oldu. Diğer öykülerde de aynı şekilde karakterler öyle güzel betimlenmiş ki zihnimde ortam, kişiler ve kişilerin duygu durumları tam anlamıyla canlandı. Gerçekten çok güzel öykülerden oluşan harika bir kitaptı, okumamış olanlara şiddetle tavsiye ederim.

6 Kasım 2016 Pazar

SAHAF FESTİVALİ, MERKEZEFENDİ KÜTÜPHANESİ

Günaydınlar... Benim gibi erkenciyseniz çoktan kahvaltınızı yapmış, ne yapsam şimdi diye düşünüyorsunuzdur muhtemelen. Sahaf festivalinin son günü olduğu için sahaf festivali yazısını yazmaya karar verdim ben. Bu sene sahaf festivali Tepebaşı'nda değil, Taksim Meydanında kuruldu. Geçen hafta cumartesi günü gitmiştim ve çok kalabalık değildi haftasonu olmasına rağmen, aslında birkez daha gitmek istiyordum ama fırsat olmadı bir türlü. Şimdi çektiğim birkaç fotoğrafı paylaşayım sizlerle.



 Aldığım iki kitap...

 Nostaljik kartpostallar...
Sahaf festivali haricinde sizlerle paylaşmak istediğim bir şey daha var o da Zeytinburnu'nda Merkezefendi'de güzel bir kütüphane açıldı. Ben de kaç gündür haberlerini okuyorum ve oraya nasıl giderim hesapları yapıyorum. Çocukken de şehir kütüphanesinden oldukça faydalanırdım, o zamanlar kitaplar daha da pahalıydı ve şehir kütüphanesi sayesinde birçok yazarla tanışmış, farklı hayatları okumuş, kitap sevgisini öyle kazanmıştım. Burda da 70 binden fazla kitap olduğunu duyunca; gidip üye olmak istedim ama henüz resmi açılışı yapılmadığı için kitap ödünç verilmiyormuş :( Bu beni üzdü açıkçası, neyse en azından yerini öğrenmiş oldum, resmi açılışı yapıldığında üye olup kitap alırım artık. Birkaç fotoğraf çektim de elim boş dönmemiş oldum :)












23 Ekim 2016 Pazar

SON GÜNLERDE

Puslu ve serin bir sonbahar İstanbul'undan herkese merhaba... Yazmaya ara vermeyim diyorum ama günler o kadar hızlı geçiyor ki ister istemez bloğa yazı yazmam gecikiyor. O yüzden son yazdığımdan bugüne kadar blogta paylaşmak istediklerimi kısa kısa sizinle paylaşayım dedim. İlk önce bir kitapla başlayalım. İnsanlığın Sonbaharında, Necati Güngör'den okuduğum ilk kitap oldu. Kısa öykülerden oluşan akıcı güzel bir kitaptı. Öykülerin konusu Ermenilerin Türkiye'deki yaşamlarıyla ilgiliydi. Kitabı okurken kimi yerlerde üzüldüm kimi yerlerde umutlandım, beğenerek okudum ama sanki öyküler tam hikayenin açılacağı yerde bitmiş gibi geldi bana, o yüzden biraz yarım kalmış hissettim.


İkinci okuduğum kitap ise Albert Camus'nun Yabancı'sıydı. Hikayemiz, annesini kaybeden Meursault'nun annesinin cenazesini kaldırmak için yaşlılar evine gitmesiyle başlıyor. Ondan sonra anlatılanlarda ise olaylardan ziyade yaşamın anlamsızlığı ve varoluşun sebebi irdelenmiş. Beğenerek okuduğum bir kitap oldu.

Uzun zamandır İstanbul'da olup Galata Kulesine hiç çıkmamış olanlar çok azdır heralde. Bunlardan birisi de bendim. Çoktandır da istiyordum Galata Kulesine çıkmayı. Sonunda bu isteğim gerçekleşmiş oldu. Haftaiçi bir gün gittiğimiz için çok aşırı kalabalık değildi ama kulenin üst kısmı dar olduğu için uygun yer bulmak biraz zordu ama yine de çok güzeldi ve o manzaraya değerdi. Kulede müze kart geçerliymiş ama bizde olmadığı için bilet alarak çıktık. Fiyatlar ise şöyleydi: normal-10 lira, öğrenci/öğretmen-5 lira, yabancılar için ise 25 lira.


Son olarak da iki filmden bahsetmek istiyorum Pazar gününü evde geçiren ve bir şeyler izlemeyi planlayanlar için. Birinci film Karanlık Taraf (Hidden Face/La Cara Oculta), ünlü bir orkestra şefi olan Adrian, yeni bir iş teklifi alır ve sevgilisi Belen'e de birlikte İspanya'ya gitmeyi teklif eder. Belen'le mutlu mesut yaşarken Belen kıskançlık krizine kapılır ve Adrian'ın sevgisini sınamaya karar verir. Çok ilginç, sürprizli bir filmdi. Kesinlikle tavsiye ederim.
Son filmimiz ise bir Türk filmi olan Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Barış Bıçakçı'nın eserinden sinemaya uyarlanan bu filmi izlemeyi düşünmüyordum aslında çünkü daha önceki yazılarımdan birinde bahsettiğim gibi kitabını okumuş ve çok beğenmemiştim; uzun betimlemeler, tuhaf ilişkiler sarmalı falan beni sarmamıştı ama izleyecek bir şey gelmeyince aklıma bir bakayım dedim ve şaşırtıcı bir şekilde filmini daha çok beğendim. Ender'i canlandıran İlker Aksum ve Çetin'i canlandıran Fatih Al çok başarılıydı. Özellikle evin dekoru, Ankara manzaraları da benim çok hoşuma gitti. Su gibi akıp giden bir filmdi bana göre.







1 Ekim 2016 Cumartesi

KALANDAR SOĞUĞU

Birçok ülkede çeşitli ödüller almış ve Oscar adayımız Kalandar Soğuğunu ilk vizyona girdiğinden beri merak ediyordum. Bugün sonunda izleyebildim. Film, Trabzon'da küçük bir yerleşim yerinde geçiyor. Barakamsı bir evde karısı, çocukları ve annesiyle birlikte yaşayan Mehmet'in en büyük hayali maden bulup borçlarından kurtulup biraz da olsa rahata erebilmek. Bunun için karısının itirazlarına rağmen fırsat buldukça dağlarda maden aramaya çıkar. Havaların bozmasıyla bu sevdasından vazgeçen Mehmet, bu sefer kurban bayramı için besledikleri boğayı, Artvin'deki Boğa güreşlerine götürmeye karar verir. Gerçek bir ailenin hayatını dışardan izlememizi sağlayan, bizden bir film. Mehmet'in ve Hanife'nin çaresizliği, her ikisinin de kendi açısından haklı olması, o kadar tartışmalarına rağmen yine de birbirlerine kıyamamaları, çocuk oyuncuların harika oyunculuğu ve gerçekliği, Karadeniz'in müthiş doğası ve tabii ki sofrada her daim çay olması... Film oldukça güzeldi, sinema da oldukça doluydu; kesinlikle izlenmeli ve desteklenmeli derim. Sevgilerle...







28 Eylül 2016 Çarşamba

BİR FİLM VE BİR DE KİTAP

Merhabalar... Bu seferki ara epeyce uzun oldu ne yazık ki, aslında bloğa yazı yazmayı bırakmayı düşünüyordum. Uzun zamandır sanki kendi kendime konuşuyormuşum gibi hissetmeye başlamıştım yazı yazarken, okuyanım yokmuş gibi... Bir de artık youtube'da videolar, instagram'da fotolar yayınlama artık trendmiş gibi, kimsenin uzun uzun yazı okumaya vakti yokmuş gibi gelmeye başlamıştı. Mahmut'un güncesi artık benden yazı beklediğini söyleyen bir mesaj atana kadar yazı yazmayı düşünmüyordum ama sağ olsun sayesinde motive oldum ve hemen bir yazı hazırlamaya başladım. Bundan sonra da düzenli yazı paylaşmaya devam etmek istiyorum çünkü instagram'dan sadece fotoğraf paylaşmak düşüncelerimi ifade etmemde yeterli olmuyor. Eee bu kadar laf kalabalığı yeter asıl konuya geçelim artık :)

İlk önce yakın zamanda kaybettiğimiz Tarık Akan'ın (nurlar içinde yatsın) Maden filminden bahsetmek istiyorum. Çok uzun zamandır Tarık Akan'ın politik filmlerini izlemek istiyordum, buna Maden filmiyle başladım. Maden filmi, Tarık Akan'ın hayatında bir dönüm noktasıymış yani oynadığı ilk politik film, bu filmmiş; bu açıdan doğru bir seçim yapmışım. Filmde Cüneyt Arkın, Hale Soygazi, Halil Ergün, Meral Orhansoy; Tarık Akan'la başrolü paylaşıyor. Film, madende çalışan ama çalışma şartları nedeniyle arkadaşlarını kaybeden madencilerin, patronlara karşı direnişi anlatılıyor. Sendika temsilcisi İlyas (Cüneyt Arkın), diğer işçileri örgütlemek için elinden geleni yapıyor. İlyas'ın bu hareketleri patronların gözüne batıyor ve ona ve arkadaşlarına (Nurettin (Tarık Akan) ve Ömer (Halil Ergün)) suikast düzenlemeye karar veriyorlar. Bu sırada şehre gelen çadır tiyatrosundaki güzel kadın (Hale Soygazi), Nurettin'i (Tarık Akan) çok etkiliyor. Güzel ve çarpıcı bir filmdi kesinlikle, izledikçe filmin üzerinden yıllar geçmesine rağmen madenlerde herhangi bir iyileştirmenin olmadığını görebiliyoruz; yine kader, takdir-i ilahi denilerek işçi ölümleri normal ölümmüş gibi gösteriliyor. Ne zamanki tek bir can bile bizim için kıymetli olur ve bu can'ın korunması için her türlü tedbir alınır o zaman gerçekten medeni ve insana değer veren bir toplum oluruz bence.

 İkinci olarak yeni okuduğum Elif Şafak'ın Havva'nın Üç Kızı adlı romanından bahsetmek istiyorum. Çok satanlar listesinde başta yer alıyor uzun zamandır bu roman. Ben de merak ediyordum arkadaşımda görünce rica ettim ve sonunda okudum. Akıcı bir roman ama ben aradığımı bulamadım açıkçası. Kitabın adı Havva'nın üç kızı olunca ister istemez üç tane kadının hayatından bahsedecek diye bekliyorsunuz ama aslında Havva'nın tek kızı (!) Peri'nin hayatı anlatılmış daha çok. Hatta neden bu adı verdiğini anlayamadım ancak kitabın son kısmında bu üç kız nedeniyle kitabın adının bu olduğu anlaşılıyor, oraya gelene kadar hep Peri'yi dinliyoruz. Sürekli büyük bir olay olacak ileride diye hatırlatmalar var kitabın başından itibaren ama o kadar beklentiye girdiriyor ki bu hatırlatmalar sonuçta olan şey beni tatmin etmedi, hatta bana "bu muymuş büyük olay" dedirtti. Bazı şeyler çok zorlama olmuş gibi geldi. Peri'nin anne babasının evliliği çok hayali durmuş, uçan bebek hayaleti öylesine araya girmiş gibi (sonra o bebeğin ne anlama geldiğini anlatıyor ama yine de ne bileyim), toplumsal konulara da değinmeden olmaz diye birkaç olay yaşatılmış Peri'ye, Peri aksiyondan aksiyona koşuyor bu esnada. Aşk kitabını yazanla bu kitabı yazan kişi aynı kişi mi diye düşündürttü bana ne yalan söyleyeyim. Elif Şafak sevenler yine de bir baksın derim ama zaten sevmeyenler kesinlikle yaklaşmasın, düşünceleri pekişebilir :) Şimdilik benden bu kadar, daha anlatacaklarım vardı ama artık bir dahaki yazıma kalsın onlar da, bu epey uzun oldu zaten :) Sevgiyle kalın...



4 Ağustos 2016 Perşembe

İKİ KİTAP

Diğer yazımda bahsetmiştim uzun zamandır canım bir şeyler yazmak istemedi; daha doğrusu o çalkantılı günlerde, geleceğimiz bu kadar belirsizken; kitaptan, filmden, etkinlikten bahsetmek içimden gelmedi, zaten bana göre de değil gündem bu haldeyken normal seyrinde yaşamak, hiçbir şey olmamış gibi davranmak. Geceler boyu tartışma programları izleyerek bir şeylere anlam vermeye çalışmak, ne olduğunu anlayamamak, durumun nereye gittiğini bilememek, hadi biraz kafa dağıtayım deyip açtığın diziye boş boş bakmak, biraz kitap okuyayım deyip açtığım sayfayı anlamayarak on kez okumak, öyle geçti o günler işte... Yavaş yavaş normale dönmeye başladı her şey. Umarım sizin de içinizi sıkmamışımdır ama bunlara hiç değinmeden paylaşım yapmak istemedim.
Gelelim son zamanlarda okuduğum iki kitaba. İlk kitabımız Elif Şafak'ın Ustam ve Ben'i... Hintli bir çocuk olan Cihan çok sevdiği fili Osmanlı Sultanı'na satılınca onu yalnız bırakmayarak  İstanbul'a gidecek gemiye onunla birlikte biniyor. Cihan'ın kaderi bu kararıyla değişiyor. Osmanlı sarayında kendini filbaz olarak kabul ettirmeyi başaran Cihan, daha sonra Sermimar Sinan'la tanışıyor ve Sinan'ın ustalarından biri oluyor. Bu arada Mihrimah Sultan'a karşı beslediği imkansız aşk da onu içten içe yiyor. Güzel, sürükleyici bir kitaptı, kurgu olduğu için bazı tarihi olaylar biraz daha farklı anlatılmış ama severek okudum. Sadece kitabın ilk sayfalarında bahsedilen önemli bir olay nasıl çözümlendi ondan hiç bahsedilmemiş, bu bana biraz garip geldi. Okuyacaklar için olayı yazmıyorum ama ben mi tam olarak fark edemedim sonradan açıklığa kavuştu mu yoksa o kısım yazarın gözünden mi kaçtı bilemiyorum neyse kısacası tarihi sevenlere ve Elif Şafak'ın kalemini sevenlere özellikle tavsiye ederim. 

İkinci kitabımız ise Yaprak Öz - Berlinli Apartmanı. Yaprak Öz'ün Şeytan Disko isimli kitabını okumuş ve çok beğenmiştim o yüzden Berlinli Apartmanı'nı merak ediyordum. Gerilim tarzı bir kitap olduğu için ne olacak diye merakla okudum ancak Şeytan Disko kadar beğenemedim ne yazık ki. Biraz acemice geldi açıkçası, sanki daha çok bir gençlik kitabı okuyormuşum gibiydi. Kurgu basit geldi, karakterlerin tepkileri tuhaf... Ne bileyim okudum ama çok beğenmedim. Hele ana karakter Oya'nın başına gelen korkutucu olaylar sonunda çok çabuk sakinleşmesi (!) bana gerip geldi. Konusu ise şöyle Berlinli Apartmanı'na taşınan Oya, evini çok sevmektedir, komşuları da çok iyidir ve o apartmana taşındığı için kendini şanslı hissetmektedir. Ancak zamanla komşularının garip olduklarını düşünmeye başlar ve bir süre sonra evinde huzursuz şeyler meydana gelir. Oya'nın o evde kalmasını istemeyenler vardır. Meraklısına duyurulur ama çok beklentiye girilmeden okunmasını tavsiye ederim.

UMUT HEP OLSUN

Yazı yazmayalı ne kadar da uzun zaman olmuş... Yazı yazmaya elimin gitmediği kaç gün olmuş... Kitaptan, sanattan, hobilerden bahsetmek lüks olmuş bizim gibiler için... Huzurlu bir yaşam tek istediğimiz ama son bir senede olanlar huzuru o kadar uzakta hissettirir olmuş ki... Zor günler geçiriyoruz; bitmesini dilediğimiz, sadece günlük kaygılarımızla kaygılanmak istediğimiz günleri beklediğimiz zor günler... Yavaş yavaş normale dönmeye çalışıyoruz ülke olarak da kişiler olarak da. Ben de tekrar bloğuma dönerek biraz iç dökmek biraz da yeniden başlamak istedim.Yüreğimizin hoplamadığı, sevinçlerimizi, mutluluklarımızı paylaşacağımız güzel günlerin hasretiyle...

27 Haziran 2016 Pazartesi

İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN-SABAHATTİN ALİ

Selamlar ... Yine bir kitap yazısıyla karşınızdayım.Aslında uzun zamandır elimde olan bir kitap İçimizdeki Şeytan, zaman bulamayınca biraz elimde sürüklendi. Bu haftasonu bir hız vererek bitirebildim. Sanırım Sabahattin Ali'den okuduğum ikinci kitap bu kitap. İlki Kürk Mantolu Madonna'ydı ve çok beğenerek okumuştum. Bu kitap da aynı onun gibi karakterlerin iç dünyasını gözler önüne seriyor. Uzaktan gördüğü Macide'ye ilk görüşte aşık olan Ömer, onunla tanışmanın bir yolunu ararken Macide'nin yanındaki kadın uzaktan akrabaları çıkınca çok sevinir ve Macide ile yakınlaşma fırsatı bulmuş olur. Akrabalarının yanında kalan Macide'nin babasını kaybetmesi ve akrabalarının artık ona fazlalıkmış gibi davranmaları üzerine Macide evi terk etmeye karar verir. Evden çıkan ve ne yapacağını bilemeyen Macide, Ömer'i evin önünde bekler görünce oldukça sevinir ve ondan sonra ikisi yeni bir hayata adım atarlar ancak her şey göründüğü gibi toz pembe değildir; geçim sıkıntısı, Ömer'in önceki hayatına özlem duyması, Ömer'in arkadaşlarının Macide'yi rahatsız etmesi, Macide ve Ömer'în çok ayrı kişiliklere sahip olması aralarındaki aşkı yetersiz kılacaktır. Kitapta baskın olan düşünce aslında herkesin içinde bir "kötü" olduğu ve şartlar olgunlaştığında veya zorunluluk halinde bu "kötü"nün ortaya çıkmasıdır. Ayrıca kişilerin söylemleri ve davranışları arasındaki uçurumlar, insanlara güvenememe sorununa da geniş bir şekilde yer verilmiş. Severek okuduğum güzel bir kitaptı, hala okumamış olanlara tavsiye ederim.
"Dünyada insanlar kendilerinden başkasının işiyle alakadar olurlar mı? Belki dedikodu için ara sıra..."
"Herkes ne diyecek? Fakat bu ana kadar herkesten ne gördüm ki... Bana en yakın olanlar dahil olmak üzere, bu herkes dedikleri şey beni üzmekten, hayatımı manasız bir hale sokmaktan başka ne yaptı?"
"Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? Kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı? Yaşayışımıza ve etrafımıza şekil vermek arzusuyla dünyaya gelmekten ise hayatın ve muhitin verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve yumuşak olmak daha rahat, daha makul değil miydi?"
"İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçma itiyadı var..."

25 Haziran 2016 Cumartesi

İKİ KİTAP

Uzun bir aradan sonra herkese merhabalar... Sıcaklar, sağlıkla ilgili durumlar, okuldaki sene sonu işleri, yan flüt konseri (öhöm) derken bu ay oldukça yoğun geçtiğinden bloğumu ihmal etmişim :( Haziran ayını hiç yazı yazmadan bitirmek istemedim. Artık biraz daha rahatlamışken hemen bir yazı döşeneyim dedim :) Beğenerek okuduğum iki kitabı sizlerle paylaşmak istedim. İlki Fethiye Çetin'in yazmış olduğu Anneannem isimli kitap. Kitap, Ermeni Tehciri nedeniyle parçalanan bir ailenin anılarıyla ilgiliydi. Güzel bir kitaptı ama bazı yerlerinde önceki anılar anlatılırken keskin geçişler yapılmış ve bu biraz rahatsız edici geldi bana ama dönemle ilgili yeni bilgiler edinmemi de sağladı.

İkinci kitap ise Filiz Özdem'e ait Rüya Bekleyen Adam. Filiz Özdem'in daha önce Aşk Meçhule Yürür kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. O kitabı çok beğendiğim için yazarın iki kitabını daha aldım. Bu kitaplardan biri de Rüya Bekleyen Adam'dı. Babasının annesini öldürmesi nedeniyle yetiştirme yurduna verilen Selim'in yaşadıkları konu edilmiş. Genelde Selim'in iç sesinden olanları dinliyoruz; pişmanlıklarını, üzüntülerini, sevinçlerini... Genel olarak depresif bir kitaptı ama akıcı dili sayesinde rahat okunuyordu. Sadece bana erkek karakter fazla naif geldi; yazarın kadın olmasından dolayı sanki erkek karakterin hissettikleri daha kadınsıydı gibi yine de beğenerek okudum.

"Eskilerin, her şeyi kendi gözleriyle görmüş gibi anlatmalarına bayılırım ben. Ne de olsa kendi gözlerimizle gördüklerimiz bile uydurma.."
"Büyük laflar, dar eşiklerden geçermiş. O lafları edeni de yanında sürüklermiş."
"Ağaç olmanın da bir kaderi vardır. Durur ve seyredersin Hiçbir yere gidemezsin. Başını çeviremezsin. Çünkü ne çevrilecek ne bir başın ne de yere eğecek gözlerin vardır. Yine de her şeyi görür, hatırlarsın."


29 Mayıs 2016 Pazar

EN KISA GECENİN RÜYASI - TİYATRO

Yine bir tiyatro oyunuyla karışınızdayım. Geçen gittiğim Baba ve Piç'i yazarken demiştim bir tane daha tiyatro oyunum var umarım o güzel çıkar diye, keşke başka şey dileseymişim :) Çok severek, eğlenerek, gülerek izlediğim çok güzel bir oyundu. Her zamanki gibi tiyatro sahnesinin yerini tarif etmekle başlayayım, çünkü benim bu tür yazılarda ilk önce merak ettiğim oraya nasıl gidebilirim :) Moda Sahnesi; Kadıköy,  Bahariye'de Kadıköy Halk Eğitime varmadan soldaki Ziraat Bankasının yanındaki sokaktan girince hemen sol tarafta.
Şimdi gelelim oyunumuza; bir Shakespeare oyunu olan En Kısa Gecenin Rüyası'nda birbirlerine aşık olan Lysander ve Hermia'nın aralarında Demetrius engeli vardır. Demetrius, Hermia'nın babasını razı etmiştir ve onunla evlenecektir. Demetrius'a delicesine aşık olan Helena ise çok üzgündür. Onu bu şekilde üzgün gören orman perisi, yardımcısına, büyülü çiçeği kullanarak Yunanlı genci Helena'ya aşık etmesi emrini verir. Emri yanlış yerine getiren yardımcı peri ortalığın epeyce karışmasına sebep olacaktır. Bu arada şehrin esnaflarından oluşan bir tiyatro grubu, Hermia ve Demetrius'un düğünü için bir oyun sergilemeye hazırlanmaktadır. Bu tiyatro grubundaki esnaflar ise bizim aşina olduğumuz şivelerle (Doğu, Trakya, İç Anadolu)  konuşmaktadır. Oyunu sahnelemeye çalışırken onların da yolu Büyülü Orman'a düşecektir, o sırada olanları da gülerek izlemek biz izleyicilere :) Bu şekilde oyunun sahnelenmesini eleştirenler olmuş yani eklenen ya da çıkarılan kısımların oyunu bozduğu yönünde ama ben çok başarılı buldum, uzun süren bir oyun olmasına rağmen sıkılmadan izleyebildim. Sadece oyunun sonunda kısa süreli bir dram verilmiş, buna çok anlam veremedim. Oyunculuklara gelince harika bir performans izledim, hepsinin verdiği emek apaçık ortadaydı. Kısacası derim ki sezon sona ermeden gidin bu güzel oyunu izleyip biraz stres atın. Mutlu pazarlar...



24 Mayıs 2016 Salı

BABA VE PİÇ-TİYATRO

Güzel bir akşamüstünden herkese merhabalar... Çok uzun zamandır heyecanla beklediğim Baba ve Piç oyununa gitmiş bulunmaktayım ve oyunu sizlerle paylaşmak için çok zaman geçirmemek istedim. Oyunun biletini, biletler satışa çıkar çıkmaz aldım (yaklaşık iki ay önce) ve biletler de bir iki gün içinde tükendi. Böyle güzel bir kitabın oyunu mutlaka süper olur diye düşünüyordum. Dediğim gibi heyecanla beklediğim bir oyun olduğu için beklentimi de yüksek tutmuştum ama dün oyunu izlediğimde biraz hayalkırıklığına uğradım desem yalan olmaz yani oyuna gitmek isteyip de bilet bulamayanlara çok üzülmemelerini tavsiye ederim. Kaçırılmaması gereken bir oyun değilmiş, hatta oyun biraz uzadığı için erken çıkmayı bile düşündüm ki kolay kolay tiyatro oyunundan çıkmam. Oyun daha çok anlatımlardan oluşuyordu, sırası gelen oyunu güzel anlattı diyebilirim. Benim için artısı yıllar önce okuduğum kitabı tekrar hatırlamam, Serra Yılmaz ve Hande Ataizi'ni bir oyunda izlemek bir de Zorlu Performans Sanatları Merkezine ilk kez gitmekti sanırım. Zorlu PSM'ye ilk kez gidecekler için yol tarifi yapayım ilk önce Yenikapı-Hacıosman Metrosu Gayrettepe durağında tabelaları takip ederek uzuuunnn bir yürüyüşten sonra Zorlu Center çıkışından çıkıyorsunuz zaten Performans Sanatları Merkezi hemen o çıkışın yakınında. Buraya kadar gayet kolay oldu benim için hatta yemek yemeye bile zamanım kalmıştı, her tabela Food Court diye yukarıyı gösterdiği için yukarıya çıktım ama labirent gibi bir yer ilk kez gittiğim için bildiğin kayboldum afilli restoranların arasında, zaten restoranlardakiler oraya gelmek için hazırlanmış gibi şık şıkırdımlardı. Amannn dedim buralar bana uymaz ama geri de nerden döneceğimi karıştırdım, neyse bir şekilde yolumu buldum ama çok az vaktim kalmıştı sonra alt katta böyle kıyıda bir yerde sıradan her avmde bulunan restoranların olduğu kısım varmış aha dedim "Fakirler" için olan yer burasıymış ama geç kalmıştım bir kafeden poğaça alarak idare etmek zorunda kaldım. Neyse sonra oyunun başlamasına 5 dk. kala salonda yerimi aldım ama oyun başlaması gereken saatten 15 dk. geç başladı ve bilette tek perde yazıyordu ama oraya gittiğimde iki perde olduğunu öğrendim. 15 dk.'lık ara da 5 dk. daha uzadı ve böylece oyun yarım saat sarkmış oldu. Haaa beklediğim gibi zevkli bir oyun olsaydı belki bunları da gözüm çok görmezdi. Oyunda daha çok kitaptan bölümler kişiler tarafından anlatıldı. Bir tiyatrodan çok kitabı bana birisi okuyormuş gibi oldu. Dediğim gibi oyunculuğunu eleştirebileceğim bir yön yoktu çünkü oyun namına bir şey yok gibiydi neredeyse. Oyunla ilgili diyebileceklerim bunlar ne yazık ki. Bu hafta sonuna da bir tiyatrom var umarım o güzel çıkar da boşa gitmişim demem.


22 Mayıs 2016 Pazar

ÜÇ FİLM

Uzun zamandır yazı yazamadım yine :( Her seferinde bu kadar ara vermeyeceğim diyorum ama bir şekilde ara uzuyor. Neyse yine de o kadar da çok geçmemiş diyelim ve paylaşımlarımıza geçelim. Yakın zamanda üst üste izlediğim bir üçleme filmden bahsetmek istiyorum size: Before Sunrise (Gün Doğmadan-1995), Before Sunset (Gün Batmadan-2004) ve Before Midnight (Geceyarısından Önce-2013).Bir arkadaşım bu filmlerin 9 yıl arayla aynı kişilerce çekildiğini söyleyince merak etmiştim ama izlemeye fırsat bulamamıştım, Geçenlerde bir bakayım şu filmlere dedim ve ilk filmi izledikten sonra diğer ikisini de o hafta içinde izledim ve çok beğendim. İlk filmimizde bir tren yolculuğunda tanışan Jesse ve Celine birbirlerine hemen ısınıyorlar ve Jesse, Celine'e Viyana'da tek bir gün geçireceğini ve o günü onunla geçirmek istediğini söylüyor. Celine, bu teklifi kabul ediyor ve güneş doğana kadar konuşarak, gezerek, birbirlerini tanıyarak geçiriyorlar. Gece sona erdiğinde ise birbirlerinden çok hoşlanıyorlar ve ayrılırken altı ay sonra buluşmak üzere sözleşiyorlar ama birbirlerinin telefonunu, adresini falan almıyorlar. İlk film bu şekilde sona eriyor. Filmin sonunu söylemiş oldum ama "son"un önemli olduğu bir film olmadığı için bu şekilde anlatmakta bir sakınca görmedim. Filmdeki kahramanların birbirlerini tanıma süreci çok güzeldi ve replikler inanılmaz etkileyiciydi. Filmi gözlerim kalp şeklinde izledim desem yalan olmaz, çok romantik ve heyecan vericiydi.

” Eğer bir Tanrı varsa; O, ne senin ne de benim içimde değil, aramızdaki bu küçücük alandadır. Eğer bu dünyada sihir diye birşey varsa o sihir, birinin birşeyi paylaştığında karşıdakinin onu anlama çabasında gizlidir. Bunu başarmak imkansız gibi birşey ama… Kimin umrunda ki? Cevap, bu işe kalkışmakta saklı”

"Bunu söylemediğime pişman olabilirim. Düşün şimdi, bundan yıllar sonra evlenmişsin ve çocukların olmuş. Hayatın monotonlaşmaya başlıyor, kocandan sıkılıyorsun. İşte o gün geriye bakıp hayatına giren adamları düşünüyorsun. Ben de onlardan biriyim. Farzet ki yıllar sonra bana evet demediğine pişman oluyorsun ve yaşayabileceğin şeyleri merak ediyorsun. Şimdi benimle burda trenden in ve hayır dersen neler kaçırabileceğimizi görelim.”


 İkinci filmde, birbirlerinin izini kaybeden Jesse ve Celine, Jesse'nin geçirdikleri günü anlatan bir kitabı yazması ve ünlü bir yazar olması üzerine Paris'e söyleşi/imza gününe gelmesi sayesinde tekrar karşılaşıyorlar. Jesse'nin akşam uçağına yetişmesi gerekmektedir. O zamana kadar birlikte vakit geçiyorlar.
"Jesse: Tanrım, neden o gün telefonlarımız almadık ya da adreslerimizi? Neden bunu yapmadık?
Celine: Çünkü biz genç ve aptaldık.
Jesse: Sence hala öyle miyiz?
Celine: Sanırım gençken karşılaşabileceğin birçok güzel insan olduğunu düşünüyorsun. Hayatının geri kalanında ise bunun sadece birkaç defa olabileceğini anlıyorsun.
Jesse: Ve işin içine edebiliyorsun."

“Hepimiz, dünyayı kendi küçük anahtar deliklerimizden görmüyor muyuz?”

Üçlemenin son filminde ise artık karakterlerimiz birliktedir. İki tane de çocukları vardır. İlk iki filmde hakim olan romantiklik bu filmde yer yer kendini gösterse de artık durumlar eskisi kadar toz pembe değildir. Karakterlerimiz artık belli yaşta ve belli sorumlulukları olan iki yetişkindir. Filmi izlerken tartışmaları, birbirlerini anlamamaları, beklentilerin karşılanmamasının verdiği hayalkırıklığı, birbirlerine takılırken aslında başka sebeplerden kaynaklanan birbirlerini hırpalama isteği o kadar gerçekçiydi ki... Bazı yerlerde okuduğum yorumlarda son filmin hayalkırıklığına yol açtığını söyleyenler olmuş, ilk iki filmi izleyin, sonuncusunu izlemeyin diyenler olmuş ama ben bu filmi de en az onlar kadar beğendim hatta biraz daha fazla beğendim bile diyebilirim belki de gerçek hayata daha yakın olduğu için.
 
"Gerçek aşk istiyorsan, işte burada. Bu gerçek hayat. Mükemmel değil ama gerçek. Ve eğer bunu göremiyorsan, körsün."





5 Mayıs 2016 Perşembe

İKİ FİLM

Yeni izlediğim iki filmi sizlerle paylaşmak için yine buradayım. Lafı çok uzatmadan hemen ilk filmimize geçelim. Gözetleme Kulesi; başrollerinde Olgun Şimşek, Nilay Erdönmez ve Menderes Samancıların yer aldığı, hayattan bir kesit sunan, hikayesi oldukça çarpıcı bir film. Film bir otobüs yolcuğu ile başlıyor, hostesle şoför muhabbet ediyorlar. Bir zamanlar vardı bu kadın muavin çalıştırma modası, çok uzun sürmedi diye düşünüyorum o arada. Aslında bu başlangıç filmle ilgili en ufak ipucu bile vermiyor bize. Meğer Seher ailesinden uzak durmak için otobüslerde hosteslik yapmaya karar vermiş, herkesten sakladığı bir sırrı var ama bu sırrın ortaya çıkması an meselesidir. Nihat ise insanlardan kaçıp ormanda gözetleme kulesinde bekçilik işine başlamış, orada inzivaya çekilmiştir. Arada kendisine yakın olan dinlenme tesislerine gidip ekmek vs. ihtiyacını karşılar ve bazen de oradaki lokantada yemek yer. Nihat Tosya'ya gelirken Seher'in hosteslik yaptığı otobüse binmiştir, ikisinin yolu bir kez daha dinlenme tesislerinde kesişir.

İkinci filmimiz ise Goodnight Mommy (İyi Geceler Anne) adında bir korku filmi. Festival filmi olduğu için her sinemada gösterime girmeyen bir film, ben izlemek için Moda Sahnesi'ni tercih ettim. Filme gittiğimde sadece ben vardım, içimdeki anne "Yazık, tek benim için mi çalışacak koca film" dese de sonradan iki kişi daha geldi de film boşa gitmedi :) Çoktandır merak ettiğim bir filmdi, filmin konusu ise şöyle: kaza geçiren anne yüzü sargılı bir şekilde evine geri döner, eşinden de ayrılmıştır. İkiz çocukları ise annelerinin onlara eskisi gibi sevgi dolu davranmadığını düşünmektedirler ve onun anneleri olup olmadığı hakkında şüpheleri vardır. Onun gerçek anneleri olup olmadığını anlamak için her yolu denemeye karar verirler. Daha fazla anlatırsam filmle ilgili spoiler vermiş olacağımdan burada bırakıyorum. Sadece önemli bir uyarım var naçizane, eğer işkence sahnelerinden etkileniyorsanız gitmeden önce tekrar düşünün derim. Ben epeyce etkilendim açıkçası. Onun dışında aklıma takılan birkaç şey vardı filmle ilgili, bazı kopukluklar vardı hikayede bence, anneden şüphelendiklerinde neden kadın, babanızı arayalım o zaman demiyor bir de kadın eve gelene kadar bu çocuklara kim bakmış gibi. Fena bir film değildi, korku filmi sevenlere tavsiye ederim, konu bakımından farklı bir film.