14 Kasım 2016 Pazartesi

BİR FİLM İKİ KİTAP

Yıllar önce Türkçe dersinde  kompozisyon yazmanın en önemli kuralı olarak öğretilen giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinin; giriş bölümü beni hep zorlardı. Bloğa yazı yazarken de aynı şey devam ediyor. Ne desem de ilk cümleye başlasam, pat diye anlatacağım konuya geçsem nasıl olur ki diye düşünmüyor değilim ama öyle de yazı pek çiğ görünüyor. Neyse giriş bölümünü, giriş bölümü yazmakta ne kadar zorlandığımı ifade ederek atlattım sanırım :) O zaman şimdi filmimizden bahsedebiliriz :) Film, Pedro Almodovar'ın Julieta filmi, yönetmenin daha önce İçinde Yaşadığım Deri (The Skin I Live in) isimli filmini izlemiştim sadece ve gerçekten oldukça beğenmiştim. Bu film de, hoş bir filmdi. Film, 50'li yaşlardaki Julieta'nın, sevgilisiyle birlikte yeni bir hayata başlamak üzereyken; yıllardır görmediği kızının arkadaşıyla karşılaşınca, ardında bırakmak istemediği gerçekle yüzyüze gelmesi ve geçmişiyle yüzleşmesi gerektiğini anlamasıyla başlar. Bence film akıcı ve güzeldi ancak film bittiğinde çok şaşırdığımı söyleyemeyeceği ve olaylar biraz yüzeysel geldi bana, çok derinlik hissedemedim açıkçası.

Bahsetmek istediğim kitaplara gelince; bir tanesi Sema Kaygusuz'un Sandık Lekesi, diğeri ise Ayfer Tunç'un Aziz Bey Hadisesi. İlk önce Sandık Lekesi'yle başlayayım. Daha önce Sema Kaygusuz okumamıştım. Kitap kısa öykülerden oluşuyor, konular günlük hayattan ve öykü bittiğinde yarım kalmışlık hissi olmadı ama öyküler beni çok etkilemedi sanırım. Şu anda sorsanız bu kitapta hangi öyküyü hatırlıyorsun diye üzgünüm ama hiçbirini hatırlayamıyorum. Belki moduma uymadı, belki de üslubu beni sarmadı bilemiyorum ama başka bir kitapla tekrar Sema Kaygusuz'u tanımaya çalışacağım. Gelelim Aziz Bey Hadisesi'ne, Yeşil Peri Gecesi'yle Ayfer Tunç'un kalemine hayran olmuştum, bu kitapla hayranlığım perçinlendi. Aziz Bey Hadisesi, kısa öykülerden oluşan bir kitap. İlk öykü, kitaba ismini veren Aziz Bey'le ilgili, konuyu anlatmak istemiyorum ama Ayfer Tunç'un olayı anlatış şekli, Aziz Bey'in düştüğü sıkıntıları ustaca betimlemesi sayesinde yüreğimde bir ağırlıkla okuduğum bir öykü oldu. Diğer öykülerde de aynı şekilde karakterler öyle güzel betimlenmiş ki zihnimde ortam, kişiler ve kişilerin duygu durumları tam anlamıyla canlandı. Gerçekten çok güzel öykülerden oluşan harika bir kitaptı, okumamış olanlara şiddetle tavsiye ederim.

6 Kasım 2016 Pazar

SAHAF FESTİVALİ, MERKEZEFENDİ KÜTÜPHANESİ

Günaydınlar... Benim gibi erkenciyseniz çoktan kahvaltınızı yapmış, ne yapsam şimdi diye düşünüyorsunuzdur muhtemelen. Sahaf festivalinin son günü olduğu için sahaf festivali yazısını yazmaya karar verdim ben. Bu sene sahaf festivali Tepebaşı'nda değil, Taksim Meydanında kuruldu. Geçen hafta cumartesi günü gitmiştim ve çok kalabalık değildi haftasonu olmasına rağmen, aslında birkez daha gitmek istiyordum ama fırsat olmadı bir türlü. Şimdi çektiğim birkaç fotoğrafı paylaşayım sizlerle.



 Aldığım iki kitap...

 Nostaljik kartpostallar...
Sahaf festivali haricinde sizlerle paylaşmak istediğim bir şey daha var o da Zeytinburnu'nda Merkezefendi'de güzel bir kütüphane açıldı. Ben de kaç gündür haberlerini okuyorum ve oraya nasıl giderim hesapları yapıyorum. Çocukken de şehir kütüphanesinden oldukça faydalanırdım, o zamanlar kitaplar daha da pahalıydı ve şehir kütüphanesi sayesinde birçok yazarla tanışmış, farklı hayatları okumuş, kitap sevgisini öyle kazanmıştım. Burda da 70 binden fazla kitap olduğunu duyunca; gidip üye olmak istedim ama henüz resmi açılışı yapılmadığı için kitap ödünç verilmiyormuş :( Bu beni üzdü açıkçası, neyse en azından yerini öğrenmiş oldum, resmi açılışı yapıldığında üye olup kitap alırım artık. Birkaç fotoğraf çektim de elim boş dönmemiş oldum :)












23 Ekim 2016 Pazar

SON GÜNLERDE

Puslu ve serin bir sonbahar İstanbul'undan herkese merhaba... Yazmaya ara vermeyim diyorum ama günler o kadar hızlı geçiyor ki ister istemez bloğa yazı yazmam gecikiyor. O yüzden son yazdığımdan bugüne kadar blogta paylaşmak istediklerimi kısa kısa sizinle paylaşayım dedim. İlk önce bir kitapla başlayalım. İnsanlığın Sonbaharında, Necati Güngör'den okuduğum ilk kitap oldu. Kısa öykülerden oluşan akıcı güzel bir kitaptı. Öykülerin konusu Ermenilerin Türkiye'deki yaşamlarıyla ilgiliydi. Kitabı okurken kimi yerlerde üzüldüm kimi yerlerde umutlandım, beğenerek okudum ama sanki öyküler tam hikayenin açılacağı yerde bitmiş gibi geldi bana, o yüzden biraz yarım kalmış hissettim.


İkinci okuduğum kitap ise Albert Camus'nun Yabancı'sıydı. Hikayemiz, annesini kaybeden Meursault'nun annesinin cenazesini kaldırmak için yaşlılar evine gitmesiyle başlıyor. Ondan sonra anlatılanlarda ise olaylardan ziyade yaşamın anlamsızlığı ve varoluşun sebebi irdelenmiş. Beğenerek okuduğum bir kitap oldu.

Uzun zamandır İstanbul'da olup Galata Kulesine hiç çıkmamış olanlar çok azdır heralde. Bunlardan birisi de bendim. Çoktandır da istiyordum Galata Kulesine çıkmayı. Sonunda bu isteğim gerçekleşmiş oldu. Haftaiçi bir gün gittiğimiz için çok aşırı kalabalık değildi ama kulenin üst kısmı dar olduğu için uygun yer bulmak biraz zordu ama yine de çok güzeldi ve o manzaraya değerdi. Kulede müze kart geçerliymiş ama bizde olmadığı için bilet alarak çıktık. Fiyatlar ise şöyleydi: normal-10 lira, öğrenci/öğretmen-5 lira, yabancılar için ise 25 lira.


Son olarak da iki filmden bahsetmek istiyorum Pazar gününü evde geçiren ve bir şeyler izlemeyi planlayanlar için. Birinci film Karanlık Taraf (Hidden Face/La Cara Oculta), ünlü bir orkestra şefi olan Adrian, yeni bir iş teklifi alır ve sevgilisi Belen'e de birlikte İspanya'ya gitmeyi teklif eder. Belen'le mutlu mesut yaşarken Belen kıskançlık krizine kapılır ve Adrian'ın sevgisini sınamaya karar verir. Çok ilginç, sürprizli bir filmdi. Kesinlikle tavsiye ederim.
Son filmimiz ise bir Türk filmi olan Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Barış Bıçakçı'nın eserinden sinemaya uyarlanan bu filmi izlemeyi düşünmüyordum aslında çünkü daha önceki yazılarımdan birinde bahsettiğim gibi kitabını okumuş ve çok beğenmemiştim; uzun betimlemeler, tuhaf ilişkiler sarmalı falan beni sarmamıştı ama izleyecek bir şey gelmeyince aklıma bir bakayım dedim ve şaşırtıcı bir şekilde filmini daha çok beğendim. Ender'i canlandıran İlker Aksum ve Çetin'i canlandıran Fatih Al çok başarılıydı. Özellikle evin dekoru, Ankara manzaraları da benim çok hoşuma gitti. Su gibi akıp giden bir filmdi bana göre.







1 Ekim 2016 Cumartesi

KALANDAR SOĞUĞU

Birçok ülkede çeşitli ödüller almış ve Oscar adayımız Kalandar Soğuğunu ilk vizyona girdiğinden beri merak ediyordum. Bugün sonunda izleyebildim. Film, Trabzon'da küçük bir yerleşim yerinde geçiyor. Barakamsı bir evde karısı, çocukları ve annesiyle birlikte yaşayan Mehmet'in en büyük hayali maden bulup borçlarından kurtulup biraz da olsa rahata erebilmek. Bunun için karısının itirazlarına rağmen fırsat buldukça dağlarda maden aramaya çıkar. Havaların bozmasıyla bu sevdasından vazgeçen Mehmet, bu sefer kurban bayramı için besledikleri boğayı, Artvin'deki Boğa güreşlerine götürmeye karar verir. Gerçek bir ailenin hayatını dışardan izlememizi sağlayan, bizden bir film. Mehmet'in ve Hanife'nin çaresizliği, her ikisinin de kendi açısından haklı olması, o kadar tartışmalarına rağmen yine de birbirlerine kıyamamaları, çocuk oyuncuların harika oyunculuğu ve gerçekliği, Karadeniz'in müthiş doğası ve tabii ki sofrada her daim çay olması... Film oldukça güzeldi, sinema da oldukça doluydu; kesinlikle izlenmeli ve desteklenmeli derim. Sevgilerle...







28 Eylül 2016 Çarşamba

BİR FİLM VE BİR DE KİTAP

Merhabalar... Bu seferki ara epeyce uzun oldu ne yazık ki, aslında bloğa yazı yazmayı bırakmayı düşünüyordum. Uzun zamandır sanki kendi kendime konuşuyormuşum gibi hissetmeye başlamıştım yazı yazarken, okuyanım yokmuş gibi... Bir de artık youtube'da videolar, instagram'da fotolar yayınlama artık trendmiş gibi, kimsenin uzun uzun yazı okumaya vakti yokmuş gibi gelmeye başlamıştı. Mahmut'un güncesi artık benden yazı beklediğini söyleyen bir mesaj atana kadar yazı yazmayı düşünmüyordum ama sağ olsun sayesinde motive oldum ve hemen bir yazı hazırlamaya başladım. Bundan sonra da düzenli yazı paylaşmaya devam etmek istiyorum çünkü instagram'dan sadece fotoğraf paylaşmak düşüncelerimi ifade etmemde yeterli olmuyor. Eee bu kadar laf kalabalığı yeter asıl konuya geçelim artık :)

İlk önce yakın zamanda kaybettiğimiz Tarık Akan'ın (nurlar içinde yatsın) Maden filminden bahsetmek istiyorum. Çok uzun zamandır Tarık Akan'ın politik filmlerini izlemek istiyordum, buna Maden filmiyle başladım. Maden filmi, Tarık Akan'ın hayatında bir dönüm noktasıymış yani oynadığı ilk politik film, bu filmmiş; bu açıdan doğru bir seçim yapmışım. Filmde Cüneyt Arkın, Hale Soygazi, Halil Ergün, Meral Orhansoy; Tarık Akan'la başrolü paylaşıyor. Film, madende çalışan ama çalışma şartları nedeniyle arkadaşlarını kaybeden madencilerin, patronlara karşı direnişi anlatılıyor. Sendika temsilcisi İlyas (Cüneyt Arkın), diğer işçileri örgütlemek için elinden geleni yapıyor. İlyas'ın bu hareketleri patronların gözüne batıyor ve ona ve arkadaşlarına (Nurettin (Tarık Akan) ve Ömer (Halil Ergün)) suikast düzenlemeye karar veriyorlar. Bu sırada şehre gelen çadır tiyatrosundaki güzel kadın (Hale Soygazi), Nurettin'i (Tarık Akan) çok etkiliyor. Güzel ve çarpıcı bir filmdi kesinlikle, izledikçe filmin üzerinden yıllar geçmesine rağmen madenlerde herhangi bir iyileştirmenin olmadığını görebiliyoruz; yine kader, takdir-i ilahi denilerek işçi ölümleri normal ölümmüş gibi gösteriliyor. Ne zamanki tek bir can bile bizim için kıymetli olur ve bu can'ın korunması için her türlü tedbir alınır o zaman gerçekten medeni ve insana değer veren bir toplum oluruz bence.

 İkinci olarak yeni okuduğum Elif Şafak'ın Havva'nın Üç Kızı adlı romanından bahsetmek istiyorum. Çok satanlar listesinde başta yer alıyor uzun zamandır bu roman. Ben de merak ediyordum arkadaşımda görünce rica ettim ve sonunda okudum. Akıcı bir roman ama ben aradığımı bulamadım açıkçası. Kitabın adı Havva'nın üç kızı olunca ister istemez üç tane kadının hayatından bahsedecek diye bekliyorsunuz ama aslında Havva'nın tek kızı (!) Peri'nin hayatı anlatılmış daha çok. Hatta neden bu adı verdiğini anlayamadım ancak kitabın son kısmında bu üç kız nedeniyle kitabın adının bu olduğu anlaşılıyor, oraya gelene kadar hep Peri'yi dinliyoruz. Sürekli büyük bir olay olacak ileride diye hatırlatmalar var kitabın başından itibaren ama o kadar beklentiye girdiriyor ki bu hatırlatmalar sonuçta olan şey beni tatmin etmedi, hatta bana "bu muymuş büyük olay" dedirtti. Bazı şeyler çok zorlama olmuş gibi geldi. Peri'nin anne babasının evliliği çok hayali durmuş, uçan bebek hayaleti öylesine araya girmiş gibi (sonra o bebeğin ne anlama geldiğini anlatıyor ama yine de ne bileyim), toplumsal konulara da değinmeden olmaz diye birkaç olay yaşatılmış Peri'ye, Peri aksiyondan aksiyona koşuyor bu esnada. Aşk kitabını yazanla bu kitabı yazan kişi aynı kişi mi diye düşündürttü bana ne yalan söyleyeyim. Elif Şafak sevenler yine de bir baksın derim ama zaten sevmeyenler kesinlikle yaklaşmasın, düşünceleri pekişebilir :) Şimdilik benden bu kadar, daha anlatacaklarım vardı ama artık bir dahaki yazıma kalsın onlar da, bu epey uzun oldu zaten :) Sevgiyle kalın...



4 Ağustos 2016 Perşembe

İKİ KİTAP

Diğer yazımda bahsetmiştim uzun zamandır canım bir şeyler yazmak istemedi; daha doğrusu o çalkantılı günlerde, geleceğimiz bu kadar belirsizken; kitaptan, filmden, etkinlikten bahsetmek içimden gelmedi, zaten bana göre de değil gündem bu haldeyken normal seyrinde yaşamak, hiçbir şey olmamış gibi davranmak. Geceler boyu tartışma programları izleyerek bir şeylere anlam vermeye çalışmak, ne olduğunu anlayamamak, durumun nereye gittiğini bilememek, hadi biraz kafa dağıtayım deyip açtığın diziye boş boş bakmak, biraz kitap okuyayım deyip açtığım sayfayı anlamayarak on kez okumak, öyle geçti o günler işte... Yavaş yavaş normale dönmeye başladı her şey. Umarım sizin de içinizi sıkmamışımdır ama bunlara hiç değinmeden paylaşım yapmak istemedim.
Gelelim son zamanlarda okuduğum iki kitaba. İlk kitabımız Elif Şafak'ın Ustam ve Ben'i... Hintli bir çocuk olan Cihan çok sevdiği fili Osmanlı Sultanı'na satılınca onu yalnız bırakmayarak  İstanbul'a gidecek gemiye onunla birlikte biniyor. Cihan'ın kaderi bu kararıyla değişiyor. Osmanlı sarayında kendini filbaz olarak kabul ettirmeyi başaran Cihan, daha sonra Sermimar Sinan'la tanışıyor ve Sinan'ın ustalarından biri oluyor. Bu arada Mihrimah Sultan'a karşı beslediği imkansız aşk da onu içten içe yiyor. Güzel, sürükleyici bir kitaptı, kurgu olduğu için bazı tarihi olaylar biraz daha farklı anlatılmış ama severek okudum. Sadece kitabın ilk sayfalarında bahsedilen önemli bir olay nasıl çözümlendi ondan hiç bahsedilmemiş, bu bana biraz garip geldi. Okuyacaklar için olayı yazmıyorum ama ben mi tam olarak fark edemedim sonradan açıklığa kavuştu mu yoksa o kısım yazarın gözünden mi kaçtı bilemiyorum neyse kısacası tarihi sevenlere ve Elif Şafak'ın kalemini sevenlere özellikle tavsiye ederim. 

İkinci kitabımız ise Yaprak Öz - Berlinli Apartmanı. Yaprak Öz'ün Şeytan Disko isimli kitabını okumuş ve çok beğenmiştim o yüzden Berlinli Apartmanı'nı merak ediyordum. Gerilim tarzı bir kitap olduğu için ne olacak diye merakla okudum ancak Şeytan Disko kadar beğenemedim ne yazık ki. Biraz acemice geldi açıkçası, sanki daha çok bir gençlik kitabı okuyormuşum gibiydi. Kurgu basit geldi, karakterlerin tepkileri tuhaf... Ne bileyim okudum ama çok beğenmedim. Hele ana karakter Oya'nın başına gelen korkutucu olaylar sonunda çok çabuk sakinleşmesi (!) bana gerip geldi. Konusu ise şöyle Berlinli Apartmanı'na taşınan Oya, evini çok sevmektedir, komşuları da çok iyidir ve o apartmana taşındığı için kendini şanslı hissetmektedir. Ancak zamanla komşularının garip olduklarını düşünmeye başlar ve bir süre sonra evinde huzursuz şeyler meydana gelir. Oya'nın o evde kalmasını istemeyenler vardır. Meraklısına duyurulur ama çok beklentiye girilmeden okunmasını tavsiye ederim.

UMUT HEP OLSUN

Yazı yazmayalı ne kadar da uzun zaman olmuş... Yazı yazmaya elimin gitmediği kaç gün olmuş... Kitaptan, sanattan, hobilerden bahsetmek lüks olmuş bizim gibiler için... Huzurlu bir yaşam tek istediğimiz ama son bir senede olanlar huzuru o kadar uzakta hissettirir olmuş ki... Zor günler geçiriyoruz; bitmesini dilediğimiz, sadece günlük kaygılarımızla kaygılanmak istediğimiz günleri beklediğimiz zor günler... Yavaş yavaş normale dönmeye çalışıyoruz ülke olarak da kişiler olarak da. Ben de tekrar bloğuma dönerek biraz iç dökmek biraz da yeniden başlamak istedim.Yüreğimizin hoplamadığı, sevinçlerimizi, mutluluklarımızı paylaşacağımız güzel günlerin hasretiyle...

27 Haziran 2016 Pazartesi

İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN-SABAHATTİN ALİ

Selamlar ... Yine bir kitap yazısıyla karşınızdayım.Aslında uzun zamandır elimde olan bir kitap İçimizdeki Şeytan, zaman bulamayınca biraz elimde sürüklendi. Bu haftasonu bir hız vererek bitirebildim. Sanırım Sabahattin Ali'den okuduğum ikinci kitap bu kitap. İlki Kürk Mantolu Madonna'ydı ve çok beğenerek okumuştum. Bu kitap da aynı onun gibi karakterlerin iç dünyasını gözler önüne seriyor. Uzaktan gördüğü Macide'ye ilk görüşte aşık olan Ömer, onunla tanışmanın bir yolunu ararken Macide'nin yanındaki kadın uzaktan akrabaları çıkınca çok sevinir ve Macide ile yakınlaşma fırsatı bulmuş olur. Akrabalarının yanında kalan Macide'nin babasını kaybetmesi ve akrabalarının artık ona fazlalıkmış gibi davranmaları üzerine Macide evi terk etmeye karar verir. Evden çıkan ve ne yapacağını bilemeyen Macide, Ömer'i evin önünde bekler görünce oldukça sevinir ve ondan sonra ikisi yeni bir hayata adım atarlar ancak her şey göründüğü gibi toz pembe değildir; geçim sıkıntısı, Ömer'in önceki hayatına özlem duyması, Ömer'in arkadaşlarının Macide'yi rahatsız etmesi, Macide ve Ömer'în çok ayrı kişiliklere sahip olması aralarındaki aşkı yetersiz kılacaktır. Kitapta baskın olan düşünce aslında herkesin içinde bir "kötü" olduğu ve şartlar olgunlaştığında veya zorunluluk halinde bu "kötü"nün ortaya çıkmasıdır. Ayrıca kişilerin söylemleri ve davranışları arasındaki uçurumlar, insanlara güvenememe sorununa da geniş bir şekilde yer verilmiş. Severek okuduğum güzel bir kitaptı, hala okumamış olanlara tavsiye ederim.
"Dünyada insanlar kendilerinden başkasının işiyle alakadar olurlar mı? Belki dedikodu için ara sıra..."
"Herkes ne diyecek? Fakat bu ana kadar herkesten ne gördüm ki... Bana en yakın olanlar dahil olmak üzere, bu herkes dedikleri şey beni üzmekten, hayatımı manasız bir hale sokmaktan başka ne yaptı?"
"Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? Kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı? Yaşayışımıza ve etrafımıza şekil vermek arzusuyla dünyaya gelmekten ise hayatın ve muhitin verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve yumuşak olmak daha rahat, daha makul değil miydi?"
"İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçma itiyadı var..."

25 Haziran 2016 Cumartesi

İKİ KİTAP

Uzun bir aradan sonra herkese merhabalar... Sıcaklar, sağlıkla ilgili durumlar, okuldaki sene sonu işleri, yan flüt konseri (öhöm) derken bu ay oldukça yoğun geçtiğinden bloğumu ihmal etmişim :( Haziran ayını hiç yazı yazmadan bitirmek istemedim. Artık biraz daha rahatlamışken hemen bir yazı döşeneyim dedim :) Beğenerek okuduğum iki kitabı sizlerle paylaşmak istedim. İlki Fethiye Çetin'in yazmış olduğu Anneannem isimli kitap. Kitap, Ermeni Tehciri nedeniyle parçalanan bir ailenin anılarıyla ilgiliydi. Güzel bir kitaptı ama bazı yerlerinde önceki anılar anlatılırken keskin geçişler yapılmış ve bu biraz rahatsız edici geldi bana ama dönemle ilgili yeni bilgiler edinmemi de sağladı.

İkinci kitap ise Filiz Özdem'e ait Rüya Bekleyen Adam. Filiz Özdem'in daha önce Aşk Meçhule Yürür kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. O kitabı çok beğendiğim için yazarın iki kitabını daha aldım. Bu kitaplardan biri de Rüya Bekleyen Adam'dı. Babasının annesini öldürmesi nedeniyle yetiştirme yurduna verilen Selim'in yaşadıkları konu edilmiş. Genelde Selim'in iç sesinden olanları dinliyoruz; pişmanlıklarını, üzüntülerini, sevinçlerini... Genel olarak depresif bir kitaptı ama akıcı dili sayesinde rahat okunuyordu. Sadece bana erkek karakter fazla naif geldi; yazarın kadın olmasından dolayı sanki erkek karakterin hissettikleri daha kadınsıydı gibi yine de beğenerek okudum.

"Eskilerin, her şeyi kendi gözleriyle görmüş gibi anlatmalarına bayılırım ben. Ne de olsa kendi gözlerimizle gördüklerimiz bile uydurma.."
"Büyük laflar, dar eşiklerden geçermiş. O lafları edeni de yanında sürüklermiş."
"Ağaç olmanın da bir kaderi vardır. Durur ve seyredersin Hiçbir yere gidemezsin. Başını çeviremezsin. Çünkü ne çevrilecek ne bir başın ne de yere eğecek gözlerin vardır. Yine de her şeyi görür, hatırlarsın."


29 Mayıs 2016 Pazar

EN KISA GECENİN RÜYASI - TİYATRO

Yine bir tiyatro oyunuyla karışınızdayım. Geçen gittiğim Baba ve Piç'i yazarken demiştim bir tane daha tiyatro oyunum var umarım o güzel çıkar diye, keşke başka şey dileseymişim :) Çok severek, eğlenerek, gülerek izlediğim çok güzel bir oyundu. Her zamanki gibi tiyatro sahnesinin yerini tarif etmekle başlayayım, çünkü benim bu tür yazılarda ilk önce merak ettiğim oraya nasıl gidebilirim :) Moda Sahnesi; Kadıköy,  Bahariye'de Kadıköy Halk Eğitime varmadan soldaki Ziraat Bankasının yanındaki sokaktan girince hemen sol tarafta.
Şimdi gelelim oyunumuza; bir Shakespeare oyunu olan En Kısa Gecenin Rüyası'nda birbirlerine aşık olan Lysander ve Hermia'nın aralarında Demetrius engeli vardır. Demetrius, Hermia'nın babasını razı etmiştir ve onunla evlenecektir. Demetrius'a delicesine aşık olan Helena ise çok üzgündür. Onu bu şekilde üzgün gören orman perisi, yardımcısına, büyülü çiçeği kullanarak Yunanlı genci Helena'ya aşık etmesi emrini verir. Emri yanlış yerine getiren yardımcı peri ortalığın epeyce karışmasına sebep olacaktır. Bu arada şehrin esnaflarından oluşan bir tiyatro grubu, Hermia ve Demetrius'un düğünü için bir oyun sergilemeye hazırlanmaktadır. Bu tiyatro grubundaki esnaflar ise bizim aşina olduğumuz şivelerle (Doğu, Trakya, İç Anadolu)  konuşmaktadır. Oyunu sahnelemeye çalışırken onların da yolu Büyülü Orman'a düşecektir, o sırada olanları da gülerek izlemek biz izleyicilere :) Bu şekilde oyunun sahnelenmesini eleştirenler olmuş yani eklenen ya da çıkarılan kısımların oyunu bozduğu yönünde ama ben çok başarılı buldum, uzun süren bir oyun olmasına rağmen sıkılmadan izleyebildim. Sadece oyunun sonunda kısa süreli bir dram verilmiş, buna çok anlam veremedim. Oyunculuklara gelince harika bir performans izledim, hepsinin verdiği emek apaçık ortadaydı. Kısacası derim ki sezon sona ermeden gidin bu güzel oyunu izleyip biraz stres atın. Mutlu pazarlar...



24 Mayıs 2016 Salı

BABA VE PİÇ-TİYATRO

Güzel bir akşamüstünden herkese merhabalar... Çok uzun zamandır heyecanla beklediğim Baba ve Piç oyununa gitmiş bulunmaktayım ve oyunu sizlerle paylaşmak için çok zaman geçirmemek istedim. Oyunun biletini, biletler satışa çıkar çıkmaz aldım (yaklaşık iki ay önce) ve biletler de bir iki gün içinde tükendi. Böyle güzel bir kitabın oyunu mutlaka süper olur diye düşünüyordum. Dediğim gibi heyecanla beklediğim bir oyun olduğu için beklentimi de yüksek tutmuştum ama dün oyunu izlediğimde biraz hayalkırıklığına uğradım desem yalan olmaz yani oyuna gitmek isteyip de bilet bulamayanlara çok üzülmemelerini tavsiye ederim. Kaçırılmaması gereken bir oyun değilmiş, hatta oyun biraz uzadığı için erken çıkmayı bile düşündüm ki kolay kolay tiyatro oyunundan çıkmam. Oyun daha çok anlatımlardan oluşuyordu, sırası gelen oyunu güzel anlattı diyebilirim. Benim için artısı yıllar önce okuduğum kitabı tekrar hatırlamam, Serra Yılmaz ve Hande Ataizi'ni bir oyunda izlemek bir de Zorlu Performans Sanatları Merkezine ilk kez gitmekti sanırım. Zorlu PSM'ye ilk kez gidecekler için yol tarifi yapayım ilk önce Yenikapı-Hacıosman Metrosu Gayrettepe durağında tabelaları takip ederek uzuuunnn bir yürüyüşten sonra Zorlu Center çıkışından çıkıyorsunuz zaten Performans Sanatları Merkezi hemen o çıkışın yakınında. Buraya kadar gayet kolay oldu benim için hatta yemek yemeye bile zamanım kalmıştı, her tabela Food Court diye yukarıyı gösterdiği için yukarıya çıktım ama labirent gibi bir yer ilk kez gittiğim için bildiğin kayboldum afilli restoranların arasında, zaten restoranlardakiler oraya gelmek için hazırlanmış gibi şık şıkırdımlardı. Amannn dedim buralar bana uymaz ama geri de nerden döneceğimi karıştırdım, neyse bir şekilde yolumu buldum ama çok az vaktim kalmıştı sonra alt katta böyle kıyıda bir yerde sıradan her avmde bulunan restoranların olduğu kısım varmış aha dedim "Fakirler" için olan yer burasıymış ama geç kalmıştım bir kafeden poğaça alarak idare etmek zorunda kaldım. Neyse sonra oyunun başlamasına 5 dk. kala salonda yerimi aldım ama oyun başlaması gereken saatten 15 dk. geç başladı ve bilette tek perde yazıyordu ama oraya gittiğimde iki perde olduğunu öğrendim. 15 dk.'lık ara da 5 dk. daha uzadı ve böylece oyun yarım saat sarkmış oldu. Haaa beklediğim gibi zevkli bir oyun olsaydı belki bunları da gözüm çok görmezdi. Oyunda daha çok kitaptan bölümler kişiler tarafından anlatıldı. Bir tiyatrodan çok kitabı bana birisi okuyormuş gibi oldu. Dediğim gibi oyunculuğunu eleştirebileceğim bir yön yoktu çünkü oyun namına bir şey yok gibiydi neredeyse. Oyunla ilgili diyebileceklerim bunlar ne yazık ki. Bu hafta sonuna da bir tiyatrom var umarım o güzel çıkar da boşa gitmişim demem.


22 Mayıs 2016 Pazar

ÜÇ FİLM

Uzun zamandır yazı yazamadım yine :( Her seferinde bu kadar ara vermeyeceğim diyorum ama bir şekilde ara uzuyor. Neyse yine de o kadar da çok geçmemiş diyelim ve paylaşımlarımıza geçelim. Yakın zamanda üst üste izlediğim bir üçleme filmden bahsetmek istiyorum size: Before Sunrise (Gün Doğmadan-1995), Before Sunset (Gün Batmadan-2004) ve Before Midnight (Geceyarısından Önce-2013).Bir arkadaşım bu filmlerin 9 yıl arayla aynı kişilerce çekildiğini söyleyince merak etmiştim ama izlemeye fırsat bulamamıştım, Geçenlerde bir bakayım şu filmlere dedim ve ilk filmi izledikten sonra diğer ikisini de o hafta içinde izledim ve çok beğendim. İlk filmimizde bir tren yolculuğunda tanışan Jesse ve Celine birbirlerine hemen ısınıyorlar ve Jesse, Celine'e Viyana'da tek bir gün geçireceğini ve o günü onunla geçirmek istediğini söylüyor. Celine, bu teklifi kabul ediyor ve güneş doğana kadar konuşarak, gezerek, birbirlerini tanıyarak geçiriyorlar. Gece sona erdiğinde ise birbirlerinden çok hoşlanıyorlar ve ayrılırken altı ay sonra buluşmak üzere sözleşiyorlar ama birbirlerinin telefonunu, adresini falan almıyorlar. İlk film bu şekilde sona eriyor. Filmin sonunu söylemiş oldum ama "son"un önemli olduğu bir film olmadığı için bu şekilde anlatmakta bir sakınca görmedim. Filmdeki kahramanların birbirlerini tanıma süreci çok güzeldi ve replikler inanılmaz etkileyiciydi. Filmi gözlerim kalp şeklinde izledim desem yalan olmaz, çok romantik ve heyecan vericiydi.

” Eğer bir Tanrı varsa; O, ne senin ne de benim içimde değil, aramızdaki bu küçücük alandadır. Eğer bu dünyada sihir diye birşey varsa o sihir, birinin birşeyi paylaştığında karşıdakinin onu anlama çabasında gizlidir. Bunu başarmak imkansız gibi birşey ama… Kimin umrunda ki? Cevap, bu işe kalkışmakta saklı”

"Bunu söylemediğime pişman olabilirim. Düşün şimdi, bundan yıllar sonra evlenmişsin ve çocukların olmuş. Hayatın monotonlaşmaya başlıyor, kocandan sıkılıyorsun. İşte o gün geriye bakıp hayatına giren adamları düşünüyorsun. Ben de onlardan biriyim. Farzet ki yıllar sonra bana evet demediğine pişman oluyorsun ve yaşayabileceğin şeyleri merak ediyorsun. Şimdi benimle burda trenden in ve hayır dersen neler kaçırabileceğimizi görelim.”


 İkinci filmde, birbirlerinin izini kaybeden Jesse ve Celine, Jesse'nin geçirdikleri günü anlatan bir kitabı yazması ve ünlü bir yazar olması üzerine Paris'e söyleşi/imza gününe gelmesi sayesinde tekrar karşılaşıyorlar. Jesse'nin akşam uçağına yetişmesi gerekmektedir. O zamana kadar birlikte vakit geçiyorlar.
"Jesse: Tanrım, neden o gün telefonlarımız almadık ya da adreslerimizi? Neden bunu yapmadık?
Celine: Çünkü biz genç ve aptaldık.
Jesse: Sence hala öyle miyiz?
Celine: Sanırım gençken karşılaşabileceğin birçok güzel insan olduğunu düşünüyorsun. Hayatının geri kalanında ise bunun sadece birkaç defa olabileceğini anlıyorsun.
Jesse: Ve işin içine edebiliyorsun."

“Hepimiz, dünyayı kendi küçük anahtar deliklerimizden görmüyor muyuz?”

Üçlemenin son filminde ise artık karakterlerimiz birliktedir. İki tane de çocukları vardır. İlk iki filmde hakim olan romantiklik bu filmde yer yer kendini gösterse de artık durumlar eskisi kadar toz pembe değildir. Karakterlerimiz artık belli yaşta ve belli sorumlulukları olan iki yetişkindir. Filmi izlerken tartışmaları, birbirlerini anlamamaları, beklentilerin karşılanmamasının verdiği hayalkırıklığı, birbirlerine takılırken aslında başka sebeplerden kaynaklanan birbirlerini hırpalama isteği o kadar gerçekçiydi ki... Bazı yerlerde okuduğum yorumlarda son filmin hayalkırıklığına yol açtığını söyleyenler olmuş, ilk iki filmi izleyin, sonuncusunu izlemeyin diyenler olmuş ama ben bu filmi de en az onlar kadar beğendim hatta biraz daha fazla beğendim bile diyebilirim belki de gerçek hayata daha yakın olduğu için.
 
"Gerçek aşk istiyorsan, işte burada. Bu gerçek hayat. Mükemmel değil ama gerçek. Ve eğer bunu göremiyorsan, körsün."





5 Mayıs 2016 Perşembe

İKİ FİLM

Yeni izlediğim iki filmi sizlerle paylaşmak için yine buradayım. Lafı çok uzatmadan hemen ilk filmimize geçelim. Gözetleme Kulesi; başrollerinde Olgun Şimşek, Nilay Erdönmez ve Menderes Samancıların yer aldığı, hayattan bir kesit sunan, hikayesi oldukça çarpıcı bir film. Film bir otobüs yolcuğu ile başlıyor, hostesle şoför muhabbet ediyorlar. Bir zamanlar vardı bu kadın muavin çalıştırma modası, çok uzun sürmedi diye düşünüyorum o arada. Aslında bu başlangıç filmle ilgili en ufak ipucu bile vermiyor bize. Meğer Seher ailesinden uzak durmak için otobüslerde hosteslik yapmaya karar vermiş, herkesten sakladığı bir sırrı var ama bu sırrın ortaya çıkması an meselesidir. Nihat ise insanlardan kaçıp ormanda gözetleme kulesinde bekçilik işine başlamış, orada inzivaya çekilmiştir. Arada kendisine yakın olan dinlenme tesislerine gidip ekmek vs. ihtiyacını karşılar ve bazen de oradaki lokantada yemek yer. Nihat Tosya'ya gelirken Seher'in hosteslik yaptığı otobüse binmiştir, ikisinin yolu bir kez daha dinlenme tesislerinde kesişir.

İkinci filmimiz ise Goodnight Mommy (İyi Geceler Anne) adında bir korku filmi. Festival filmi olduğu için her sinemada gösterime girmeyen bir film, ben izlemek için Moda Sahnesi'ni tercih ettim. Filme gittiğimde sadece ben vardım, içimdeki anne "Yazık, tek benim için mi çalışacak koca film" dese de sonradan iki kişi daha geldi de film boşa gitmedi :) Çoktandır merak ettiğim bir filmdi, filmin konusu ise şöyle: kaza geçiren anne yüzü sargılı bir şekilde evine geri döner, eşinden de ayrılmıştır. İkiz çocukları ise annelerinin onlara eskisi gibi sevgi dolu davranmadığını düşünmektedirler ve onun anneleri olup olmadığı hakkında şüpheleri vardır. Onun gerçek anneleri olup olmadığını anlamak için her yolu denemeye karar verirler. Daha fazla anlatırsam filmle ilgili spoiler vermiş olacağımdan burada bırakıyorum. Sadece önemli bir uyarım var naçizane, eğer işkence sahnelerinden etkileniyorsanız gitmeden önce tekrar düşünün derim. Ben epeyce etkilendim açıkçası. Onun dışında aklıma takılan birkaç şey vardı filmle ilgili, bazı kopukluklar vardı hikayede bence, anneden şüphelendiklerinde neden kadın, babanızı arayalım o zaman demiyor bir de kadın eve gelene kadar bu çocuklara kim bakmış gibi. Fena bir film değildi, korku filmi sevenlere tavsiye ederim, konu bakımından farklı bir film.




25 Nisan 2016 Pazartesi

İKİ FİLM VE BİR KİTAP

Nisan ayının da sonuna gelmişken artık bir yazı gireyim istedim. Vakitsizlikten ziyade konu eksikliğinden kaynaklı bir duraklamam oldu. Çünkü çok hoşuma giden bir kitap ya da film olmadı son birkaç güne kadar, bu ay tiyatro ya da sinemaya da gidemedim gerçi henüz ay sonlanmadı :)

İlk bahsetmek istediğim film Suffragette (Diren), sinemaya girdiği dönemde filmi izleyememiş ama merak etmiştim. Birçoğunuz filmin konusunu biliyorsunuzdur ama yine de kısaca tekrarlamakta fayda var, konuya giriş yapabilmem için :) İngiltere'de kadınların oy hakkını kazanmak için verdikleri mücadele konu alınmış ve gerçek hikayelerden esinlenilmiş. Güzel bir film ve bakış açısı kazanmak açısından önemli ancak bence biraz daha çarpıcı olabilirdi açıkçası filmin içine girerek izleyemedim filmi, biraz yüzeyseldi aslında ama yine de bu konuda ne derece şanslı olduğumuzu tekrar görmek ve şükretmek açısından yararlı bir film.
İkinci fim ise Mr Nobody (Bay Hiçkimse), bu filmi dün izledim ve çok beğendim. Hep duyuyordum güzel bir film olduğunu ama şimdiye kadar ona sıra gelmemişti. Bu kadar güzel bir film olduğunu bilseydim daha önce izlerdim. Hep duyup da fırsat bulamayan ve merak edenler vakit geçirmeden izlesinler bence. Küçük bir çocuğun; ayrılan anne ve babası arasında bir tercih yapması üzerinden, mahallesindeki yaşıtı kızlardan birini seçmesi veya ergenlik döneminde karşılaştığı büyük aşkına verdiği cevaplar üzerinden seçimlerini yaşaması ile ilgili bir film. Seçimler ve bu seçimlerin sizi ulaştırdığı sonlar güzel bir şekilde konu edilmiş. Filmin müzikleri de ayrı bir güzel bu arada.
"Eğer patates püresi ile sosu karıştırırsan daha sonra ayıramazsın, sonsuza dek. babanın sigarasından çıkan duman bir daha asla içine dönmez. Geri dönemeyiz. Seçmek, bu yüzden zordur. Doğru seçimi yapmak zorundasın. Seçim yapmadığın sürece, kalan olasılıkların hepsi mümkündür."
"Dünya yaşıyormuş gibi davranmaya karar veren insanlarla dolu. Peki gerçekten yaşıyor muyuz?"
"Bazen en iyi hamle hiç kıpırdamamaktır"
"İstediğin yolu seçebilirsin; ister mutlu bir yol, ister acı, ister hüzünlü, ister yalnız, ister dopdolu... Hiçbir şey değişmeyecek. Bir gün öleceksin ve zaman senin için duracak. zamansızlık başlayacak. En başa tekrardan geleceksin; hiçbir şey olmamış gibi eski haline döneceksin. Çünkü sen yoksun, hiç var olmadın ki."
"O hayatların hepsi gerçek. Seçilen her yol doğru yoldur. Yaşanılanlar bambaşka şekillerde vuku bulabilirdi ancak öyle olsa dahi yine de aynı mana ve değeri taşırdı."





Şimdi gelelim kitabımıza, birkaç gündür elimden bırakamadan okuduğum, gece gündüz ara vermek istemediğim son derece sürükleyici bir kitap olan Ayfer Tunç'un Yeşil Peri Gecesi'ne. Ayfer Tunç ilk kez okuyorum ama ona kesinlikle hayran kaldım. Hikayenin sürükleyiciliği, konuların birbirine bağlanması, üslup, anlatım kesinlikle mükemmeldi. Kitap bir çiftin kavga sonrası yaptığı kahvaltı ile başlıyor ve kadın bu ilişkiyi bitirmeye kesinlikle karar vermiş. Böyle bir başlangıç olunca ben klasik bir ayrılma hikayesi okuyacağım zannediyorum ilk başta ama işin rengi bambaşkaymış. Anne, baba ve çocuktan oluşan güzel bir aile, babanın iş kazası geçirmesiyle darmadağın oluyor, baba hayatını kaybetmiyor ama kaybetmişten beter oluyor, bir kolunu kaybediyor yüzünün yarısı da oldukça hasar görüyor. Küçük kız babası hastanedeyken kendisinden ve annesinden nefret eden babaannesi ve yengesinin eline kalıyor. Birgün onların evinden kaçıp kendi evlerine gidiyor ve hayatı boyunca unutamayacağı ve hayatını kökten değiştiren bir sahneyle karşı karşıya kalıyor. Kitapta günümüzden bahsederken birden geçmişe gidiliyor, bazen bir kişiden bahsediliyor ve onun hikayesi anlatılmaya başlanıyor; normalde böyle kitapları sevmem, kafam karışır ama geçişler o kadar güzel ki, hemen adapte olunabiliyor. Yeşil Peri Gecesi çok güzel bir kadının bir düşüş hikayesi ama şöyle diyebilirim bir düşüş ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.



31 Mart 2016 Perşembe

SON ZAMANLARDA

Güzel bir günden herkese merhabalar... Blog yazılarıma hız vermişken yine içimizi karartan olaylar nedeniyle yazmak hiç içimden gelmediği için bir süre ara verdim. Hayat devam ediyor kaldığı yerden... İlk zamanlar dışarı çıkmak çok korkutucu gelse de zamanla kötü şeyleri unutmaya ya da zihnin gerilerine itmeye çalışarak normal hayatımıza devam etmeye çalışıyoruz. Hala metroya, marmaraya bindiğimde insanları dikkatle incelemeye devam etsem de... Korkmamayı salık verenleri de hayretle izliyorum. Sanki ömür bir bilgisayar oyunu da yedek canlarımız var. Kendim için, ailem için, sevdiklerim için korkuyorum ben; korkmayanlar buyursunlar önden.
Neyse kısa kısa bu ay içinde paylaşmayı planladığım ama olanlardan sonra içimden gelmeyen şeyleri paylaşayım sizlerle. Hayata dair ümitlerimizi yeşertmeye çalışalım elimizden geldiğince; birilerine, bir şeylere inat. 


Bu yelek kış boyunca elimdeydi. Basit olmasına rağmen her zaman elime almadığım için bitirmem uzun sürdü. Geçen gün de giyerek galasını yapabildim :)


Irvin Yalom, Günübirlik Hayatlar... Kitapta Irvin Yalom'un hastalarıyla yapmış olduğu psikoterapi seansları yer alıyor. Birkaç yerde tavsiye edildiği için merak ettiğim bir kitaptı ama acaba çok kuramsal, teorik bir kitap mı diye düşünmedim değil ama hiç öyle değilmiş gayet akıcı ve anlatımı sade bir kitaptı. Severek, ilgiyle okudum. Daha çok ölümcül hastalıklarla mücadele eden hastalarla yapmış olduğu görüşmeleri yer alıyor kitapta. Ölüm korkusu, ölüme hazır olmaya çalışma vb. konularda hastalarına vermiş olduğu terapiler yer alıyor. Bununla birlikte kendisinin de ölüme karşı korkusu olduğunu itiraf ediyor ve bununla kendisi de başa çıkmaya çalışıyor. Kısacası değişik bakış açıları kazandıran güzel bir kitaptı.
İkinci kitabmız Stefan Zweig, Korku. Stefan Zweig'ı ilk kez okuyorum ve tarzını çok beğendim. Kitap bir novella, bir iki gün içinde bitirilebilecek kısalıkta ve akıcılıkta. Bayan Irene'in mutlu ve huzurlu hayatı, öylesine yaşamış olduğu bir yasak aşk nedeniyle altüst olur. Irene'in yaşamış olduğu korku ve güvensizlik o kadar canlı veriliyor ki sanki dışarıdan olayı izliyormuş gibi hissettim okurken.
"Korku, cezadan daha berbattır, çünkü ceza bellidir, ağır veya hafif; bilinmeyene, sınırlandırılmamışa kıyasla ceza daha az ürkütür."

Havaların ısınmasıyla herkeste olduğu gibi bende de sağlıklı hayata karşı ilgi biraz daha arttı. Normalde de oldukça temiz beslenmeye çalışıyorum. Yediklerime dikkat ediyorum. Tuğba Kuruyemiş'ten aldığım bu güzel pakette bulunanlar hem sağlıklı hem de tatlı krizlerine merhem olacak türden.

 İtalyan kozmetik firması Kiko İstanbul Capacity AVM'de açıldı. Evime yakın olması sebebiyle gidip görmek istedim. Yeni açıldığı için oldukça kalabalıktı ama ürünlerini çok beğendim. Çalışanlar da oldukça yardımsever ve güleryüzlüydü, o kadar kalabalığa rağmen. . İnsanı cezbeden çok çeşitli ürünler olmasına rağmen iki ürün alarak çıkmayı başarabildim. Aldıklarımdan birisi bu güzel pembe-nude oje powerpro 27 numara. Bu tonda bir oje başka markalarda görmediğim için ve günlük kullanıma uygun olduğu için bunu seçtim. Vaatleri arasında 7 gün kalıcılık da var. Bence de kalıcılığı çok iyi; test ettim, onayladım. Asıl renk daha güzel, fotodan çok da anlaşılmıyor. 

Şimdilik paylaşacaklarım bu kadar; yeni yazılarla kısa zamanda görüşmek dileğiyle, güzel günler dilerim herkese...

11 Mart 2016 Cuma

İKİ FİLM

Geçen hafta iki tane film izleyebildim. İkisi de oldukça etkileyiciydi, en azından benim için öyle oldu, filmler bittiğinde bir süre etkisinden çıkamadım. İlki Leonardo Di Caprio ve Kate Winslet'in başrollerinde olduğu Hayallerin Peşinde (Revolutionary Road) filmi. Diriliş'te Leonardo Di Caprio'yu Oscar'a layık görenler bu film çekildiğinde neredelermiş anlayamadım. Kate Winslet da Leonardo Di Caprio da döktürüyorlar diyebilirim. Filmde, banliyöde sade bir yaşam süren çiftin, hayallerinin ne derece peşinde gittiklerini sorgulamalarıyla  ve Paris'e gidip yeni bir hayat kurma kararı vermeleriyle başlayan evliliklerindeki huzursuzlukları izliyoruz. Böyle deyince çok basit kaçtı ancak filmde insanın kendisini sorgulamasına sebep olan o kadar çok gönderme var ki film bittiğinde üzerinize ağır bir hal çökmesi olası. Huzur içinde yaşamak veya hayallerin peşinden koşmak, diğer insanlar gibi olmak ya da olmamak, bir şeylerin farkında olmak ya da olmamak vb. birçok sorgulama malzemesi mevcut. Çok beğenerek izlediğim bir filmdi, kesinlikle tavsiye ederim.
İkinci filmimiz ise bir Türk filmi: Köksüz. Ahu Türkpençe başrollerde. Filmde babalarını kaybeden bir ailede babanın sorumluluğunun en büyük çocuğa, Feride'ye (Ahu Türkpençe) geçmesi, annenin Feride'yi kocası yerine koyması; nazını, kaprisini çekecek, yükünü tamamen üzerinden alacak kişi olarak seçmesi konu edilmiş. Annenin Feride'yi tamamen sahiplenmesi, Feride'nin üstlendiği yükü kaldıramamaya başlaması nedeniyle evlilik kararı alması, annenin bunu kabullenememesi, onun ayrı bir hayat kurmasını istememesi çok gerçekçi işlenmiş, konu da o kadar hayattan ki izlerken düşünüyorsunuz, çocuğunun kendi hayatını bırakıp sadece kendisiyle ilgilenmesini isteyen, çocuğu bir birey değil de kendi uzantısı olarak gören, kararlarına saygı duymayan ya da karar vermesine bile izin vermeyen ne kadar çok insan olduğunu. Çok çarpıcı bir filmdi, Ahu Türkpençe'nin oyunculuğu ise harikaydı. Kesinlikle izleyin derim.