29 Aralık 2015 Salı

İSTİBDAT KUMPANYASI - TİYATRO

İstibdat Kumpanyası geçen seneden beri gitmek istediğim bir oyundu. Geçen sene buna nail olamadım ama bu sene bu güzel oyunu izleyebildim. Beklentimi yüksek tuttuğum halde gayet beklentimi karşılayan bir oyun oldu, iyi ki de gitmişim dedirtti bana. Oyunun başrolünde Levent Üzümcü (Kişiliğini ve oyunculuğunu çok beğenirim) vardı ancak oyunun yan karakterleri de en az onun kadar başarılıydı ve oyunun sonunda hep beraber selamladılar seyirciyi, ayrı ayrı hiç bir oyuncu çıkmadı, bu da bence güzel, duyarlı bir davranıştı. Şimdi gelelim oyunun konusuna: İstibdat döneminde Osmanlı padişahı Abdülhamit'e karşı isyan  çıkarmayı planlayan bir paşa, bunu bir tiyatro oyunu aracılığıyla yapmaya karar verir ve bunun için Mösyö Samuel'i görevlendirir. Oynanacak oyun da Cyrano de Bergerac'tır. Paşanın bu oyunu seçme sebebi de Cyrano ve Sultan Abdülhamit arasındaki ortak nokta: büyük burundur. Mösyö Samuel'in yanına bu oyunu sahnelemesi için yarı amatör bir topluluk verilir. Toplulukta kekemeden, külhanbeyine, ağzı bozuk kantocu madama  kadar değişik karakterler vardır. Bakalım Mösyö Samuel, bu oyunu bu oyuncularla nasıl sahneleyecektir? Bir yanda kelle kaybetme tehlikesi bir yanda sanatı icra etme isteği ve sansür altında tiyatro yapma; Mösyö Samuel'i ne kadar zor durumda bırakacaktır? Yaklaşık iki saat süren bir oyun ama gerçekten her dakikası eğlenceli geçti. Bir ara gülmekten gözlerimden yaş geldi. Böyle sıkıntılı bir dönem ancak bu kadar komik ve nüktedan anlatılabilir. Tabii ki oyun güldürürken bu arada tarih tekerrürden ibarettir diye de insanı düşündürmüyor değil. İzleyin izlettirin derim. Sevgilerle...



28 Aralık 2015 Pazartesi

BİR FİLM VE BİR KİTAP

Aralık ayını ve 2015'i güzel havayla uğurlayacağız sanırım İstanbul'da. Birkaç gündür özellikle hava daha da güzelleşti. Şaka maka sene sonuna geldik ve birkaç gün sonra yeniyıla girmiş olacağız. Bu arada yılbaşı kutlama tartışmaları son gaz devam etmekte. Her sene bu muhabbetin bu kadar rağbet görmesi beni şaşırtıyor ve milletçe ne boş şeylerle uğraşıyoruz dedirtiyor bana. Bir türlü başkasının elalemi olmaktan vazgeçemiyoruz. Herkes kendi işine baksa çok daha mutlu olacağız ama... Neyse bende senenin son yazılarını hazırlayayım dedim. Geçen senelerde yazdıklarımı okuyup nostalji yapıyorum ayrıca dijital aleme bir seda bırakıyorum kendimce :) İlerdeki tablet yazıları da bu yazılanlar olacak zaten. Gerçi bu kadar kalabalıkta benimkiler bulunabilir mi bilmiyorum :) Bu kadar gevezelikten sonra geçelim film ve kitap tanıtımımıza. İsmail Hacıoğlu ve Zeynep Çamcı'nın başrollerini paylaştığı Meryem filmiyle başlayayım. Köylü kızı Meryem görücü usulü Mustafa ile evlendirilir. Mustafa evlendikten kısa bir süre sonra İstanbul'a iş bulmaya gider ve Meryem'i kendi ailesiyle birlikte bırakır. Meryem, yeni evliliğini anlayamadan evin işleri, kayınvalidesinin zaman zaman kendisine kötü davranmasıyla başbaşa kalır. Bu arada askere gitmeden önce Meryem'e aşık olan Murat köye geri dönmüştür. Murat, Meryem'i yakından takip etmektedir ama Meryem kendini olabildiğince ondan uzak tutmaya çalışmaktadır. Filmde İsmail Hacıoğlu'nun rolü filme tam oturmamış gibi geldi. İsmail Hacıoğlu'ndan değil de senaryodan kaynaklanan bir yüzeysellik bence. Zeynep Çamcı ise Recep İvedik'teki rolünün aksine çok derin oynamış rolünü ve gerçek bir Meryem olmuş.Sonu şaşırtıcı olan bir filmdi. İzlerken kaç tane kadının bu şekilde umutlarının söndürüldüğünü düşündüm Anadolu'da. Kayınvalide ve kayınpeder yanında, eşi başka yerlerde, sadece o evin işlerini görmek üzere evlendirilmiş kadınlar...

Şimdi beğenerek iki günde okuduğum Zülfü Livaneli'nin Engereğin Gözü adlı kitabını anlatayım biraz. Tarihi romanları çok sevdiğimden bahsetmiştim diğer yazılarımda, bu da güzel bir tarihi roman. Köle tüccarları tarafından esir alınarak hadım edilip Osmanlı sarayına satılan Haremağası Süleyman'ın ağzından anlatılıyor hikaye. Haremağasının büyük bir sadakatle bağlı olduğu padişah, tahtından indirilip bir harem dairesine cariyesiyle birlikte kapatılır. Haremağasının padişahla birlikte hapsedilen Gülbeden isimli cariyeye ayrı bir zaafı vardır ve Gülbeden'le iletişim kurabilmek, onun yaşayıp yaşamadığını anlamak için padişahla iletişime geçmesi gerektiğini düşünür ve bir şekilde efendisinin yemek ve isteklerini karşılamakla görevlendirilmek için Valide Sultan'ı razı eder. Bu görevini yerine getirirken ilk zamanlar büyük saygı duyduğu ve korktuğu padişahın da insani özellikler taşıdığını anlar ve artık sona yaklaştığı anlaşılan padişahı teselli etmeye çalışır, ona Mevlana'dan, Yunus'tan vecizeler okur. Padişahın da dışarıyla tek bağı bu haremağasıdır ve Padişah da ona büyük bir minnet duyar. Geri kalanını okumak isteyenler için anlatmamayım ama sürükleyici ve akıcı bir roman. Zülfü Livaneli kiraplarını ve tarihi romanları sevenlere tavsiye ederim.


19 Aralık 2015 Cumartesi

AŞK MEÇHULE YÜRÜR - FİLİZ ÖZDEM

Herkese merhabalar, en son yazı yazdığımın üzerinden epeyce bir zaman geçmiş. Hele kitap yazısı yazmayalı epeyce bir olmuş ne yazık ki bu kitaptan önceki okuduğum kitabı yarım bırakmak zorunda kaldım. Galiba ben hayal edemediğim kitapları okuyamıyorum yani gözümün önünde anlatılan sahne tam olarak canlanacak, bu durum olmayınca kitap beni sarmıyor ve öylesine okuyormuşum gibi oluyor en sonunda da kaçınılmaz son bitirmeden kitabı bırakıvermek gerçekleşiyor... Keşke bu durumu peşin peşin kabul edip kitabı okumayı sürdürmesem ama bazen diyorum ki bu kadar insan beğenmiş bir şey vardır belki daha sonra açılacak diye ama genelde olmuyor. O yüzden kitap yazısı hazırlamam biraz uzun sürdü. Şimdi yeni bitirdiğim kitap Aşk Meçhule Yürür'den bahsedeyim biraz. Filiz Özdem daha önce okumadığım bir yazar, ilk kez bu kitapla tanışmış oldum kendisiyle. İlk başladığımda kitap inanılmaz içine çekti beni, Mercan'ın hikayesini öğrenmek istedim. Kitaba hakim olan zaten Mercan'ın içinde bulunduğu iç karartıcı hal ve çaresizlik. Birçok yerde anlatılan hikayenin içinde buldum kendimi. Mercan'ı, Ziya'yı, Abidin'i, Meltem'i yakından izledim. Hepsinin tipi gözümde canlandı.  İlk kısımda anlatılanların daha sonra beklenmedik bir şekilde değişmesi zihnimde yarattığım karakterleri tepetaklak etse de ilginç ve okunmaya değer bulduğum bir kitap oldu.

"Yaşadığın anın içinde kendini yetişkin sanıyorsun. Halbuki üzerinden yıllar geçtikçe, hafızanın fotoğrafhanesindeki karelere baktıkça, insanın burnunun direği sızlıyor, hayata ve kendisine karşı içi merhametle doluyor. Meğer çocukmuşuz hep..." 

"Öyle işte, hayallerinde, canının istediği gibi eğip bükerek birini sevmek ne kolay, değil mi? Hiç mızıkçılık etmeyen, hiç canını sıkmayan, tamamen senin hükmünde olan birini..."

"Meltem ona bir işaret koymuştu. İşaret konmaya değer biri olduğunu hissettirmişti."

"Belki de ruh denen, karanlığa,  dibe doğru uzanan derin bir kuyu değil; gittiği her yöne doğru çatallanan, pek çok irili ufaklı yola bölünerek labirentler şeklinde dibine, dikine, verev, döngüsel, yatay, karmaşık yollar izleyen, başına buyruk sarmal bir kuyuydu."

"-Neden kendine yeni bir hayat kurmadın?
 - Kuramadım Ziya. Kuramadım işte. Ben herkeste sende olmayanları aradım. Sende olmayanları bulduğumda da, sende olanların hasretiyle yandım." 



27 Kasım 2015 Cuma

TİRAMİSU PRALİN

Çalkantılı bir gündemimiz var. Zaten çalkantısız olan dönemi ben hatırlayamıyorum. Sürekli şok edici olaylar oluyor ama yeni şok edici olaylar diğerini unutturuyor. Türkiye'de yaşam, sağlam bir kalp ve sinir sistemi istiyor. Allah hepimize o sağlamlığı versin diyorum.  Böyle iç karartıcı bir günde tatlı yiyelim tatlı konuşalım dedim ama elimde değil içimdekileri az da olsa dökeyim istedim. Şimdi gelelim afilli ismine aldanmamanız gereken yeni keşfime. Tarifi Nefis Yemek Tariflerinde gördüm. Bir kenara not aldım ve sonunda deneyebildim. Çok kolay ve çok hoş bir tarif. Klasik bisküvi toplarına yeni bir yorum getirilmiş diyebilirim. Kahvenin, çayın yanına yakışan, misafirlerinizin içinde ne var bunun diye soracağı bir tarif. Kesinlikle deneyin derim, denemek isteyenler için işte link. Daha iyi günlerde, gerçekten tatlı konuşmak için görüşmek dileğiyle, herkese huzurlu haftasonları...

24 Kasım 2015 Salı

VE DAĞLAR YANKILANDI - KHALED HOSSEINI

Çoktandır kitap yazısı yazamadım ki en zevk alarak yazdığım yazılar kitaplarla ilgili olanlar... Bunun sebeplerinden biri de ilerlemeyen bir roman okuyor olmamdı ve artık kitabın ortasına geldiğimde okumam iyice yavaşlayınca bırakmaya karar verdim. Daha sonra arkadaşımdan ödünç aldığım Ve Dağlar Yankılandı'ya geçtim. Khaled Hosseini'nin Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş kitaplarını daha önce okumuş ve çok sevmiştim. Ve Dağlar Yankılandı ile ilgili olarak yazarın diğer iki kitabına göre biraz sönük kaldığı yönünde yorumlar okumuştum. Okuduktan sonra ne demek istediklerini anladım. Gerçekten diğer iki kitaptaki akıcılık ve hikaye sağlamlığı bu kitapta yok gibi. Daha doğrusu var ama asıl hikaye biraz bölünmüş gibi ve yan hikayelere yer verilmekten asıl hikayeye gelinememiş gibi. Asıl hikayemiz ise şu: Afganistan'da fakir bir ailenin çocukları olan Abdullah ve Peri birbirlerine çok düşkündürler. Ağabey kardeş sürekli vakitlerini birlikte geçirirler ve ağabey Abdullah, kardeşinin küçük bir mutluluğu için elinden geleni yapmaya hazırdır. Üvey dayıları Nebi zengin bir ailenin yanında çalışmaktadır ve evin hanımı Nila'ya aşıktır. Nila'nın çocuğu yoktur ve olma ihtimali de yoktur. Nebi de Peri'nin ona evlatlık verilmesini sağlamaya karar verir ve bu sayede onun kendisini seveceği, en azından fark edeceğini düşünür. İki kardeşin yazgısı burada değişir. Peri ve Abdullah yıllarca birbirlerini göremezler. Peri daha küçük olduğu için Abdullah'ı ve geçmişi unutur ama Abdullah yıllarca kardeşinin özlemini yüreğinde taşır. Yine de güzel bir kitaptı sonunda hikayeler birbirine bağlanıyor, diğer iki kitabına göre sönük kalsa da güzel ve akıcı bir kitaptı. Okumamış olanlara tavsiye ederim.


11 Kasım 2015 Çarşamba

BLINK - TİYATRO

Sanırım bu sene Tatbikat Sahnesini yol yapacağım :) O kadar güzel oyunlar var ki... Bunlardan bir tanesi de Blink, her ne kadar bana çok hitap etmese de, farklı ve güzel bir oyundu. Ben daha farklı bir oyun bekliyordum açıkçası; daha duygusal, içe yolculuk yapan bir oyun, ama beklentilerimden farklı olarak psikolojik göndermeleri olan komedi unsurları serpiştirilmiş bir oyun izledim. Aslında beni o oyuna çeken şey konusundan ziyade Üç Maymun (Nuri Bilge Ceylan) filminde çok beğenerek izlediğim Ahmet Rıfat Şungar ve Bizim Evin Hallerinde izlediğimden beri oyunculuğunu çok sevdiğim, farklı bir aurası olan Sezin Akbaşoğulları'ydı. Her ikisinin de oyunculukları mükemmeldi. Yani beklentim bu yönden karşılanmıştı kesinlikle. Oyun ise bir kadın ve bir erkeğin karşı tarafın haberi olmadığını düşünerek diğerini izlemesi üzerine kurulmuş. Bu noktada her ikisi de hayatlarından memnun ve olay oldukça büyüleyici taa ki birbirlerini yüz yüze tanıyana kadar. İlginç bir tiyatroydu, özellikle meraklılarına duyurulur.

25 Ekim 2015 Pazar

FİLMEKİMİ

Senelerdir İstanbul'dayım, ilk kez filmekimine gidebildim. Öğrenciliğimden beri katılmak istediğim bir etkinlikti ama o zamanlar biletlerin satıldığı yere gidip upuzun bir kuyruğa girip öyle alınabiliyordu biletler ve şansın varsa istediğin filmin istediğin seansına bilet bulabiliyordun yani o kadar sıra bekleyip ellerin boş dönmek de vardı. Bu sene biletlerin biletixten satıldığını okuyunca biletlerin satış saatini pusuya yatarak bekledim ve merak ettiğim iki filme bilet aldım. Bir tanesi Sundance'ın en ürkütücü filmi olarak tanımlanan The Witch (Cadı) diğeri ise idealist bir öğretmenle ilgili olduğu için dikkatimi çeken Paulina idi. Korku filmi sever olarak The Witch'i özellikle heyecanla bekledim. The Witch'i izleyeceğim sinema tarihi Feriye Sineması olunca biraz daha heyecanlandım. İlk olarak daha önce gitmemişler için Feriye Sinemasını tarif edeyim. Kabataş Lisesi'nin hemen yanında sinema ve Ortaköy'e giden otobüsler oradan geçiyor. Sinemanın içi ve koltukları biraz eski ama bilmeden çok güzel yerden bilet almışım. Daha önceden orada film izlememişler için balkondan bilet almalarını tavsiye ederim. Şimdi gelelim filme dediğim gibi korku filmlerini sevdiğim için değişik iddialarla vizyona giren filmleri izlemeye çalışırım. İstisnai durumlar dışında genelde çok da istediğim şeyi bulamam. Bu filmin iddiası da böyle güçlü olunca ve Sundance'te ödül aldığını duyunca biraz beklentimi yüksek tuttum açıkçası. Filmin senaryosu cadı avlarından esinlenmiş. Cemaatlerine uygun davranmayan bir aile toplumdan uzaklaştrma cezası alarak bir ormanın kıyısına yerleşir. Dine olan saplantılarına rağmen işledikleri günahlar onları birbirine düşürür. Ailenin bebeği de bir gün garip bir şekilde ortadan kaybolunca işler iyice arapsaçına döner. Genel olarak güzel bir filmdi ama ben daha farklı bir son bekliyordum. Bir de filmin altyazısını hiç beğenmedim. Sıklıkla senkron kayıyordu ve çevrilmeyen kısımlar vardı. Festival filmine yakıştıramadım bu durumu.

 İkinci filmimiz ise Paulina; babası ünlü bir yargıç olan Paulina, Arjantin'in ücra bir köşesinde öğretmenlik yapmak için babasının itirazlarına rağmen avukatlık kariyerinden vazgeçer. Gittiği yerde tecavüze uğrar ve tecavüze uğradığı kişileri tanımasına rağmen onları adalete teslim etmek istemez. Buna sebep olarak da fakirlerle zenginlere adaletin farklı işlediğini ve o kişileri ihbar ederse onların hapishanede çok kötü muamele göreceklerini gösterir (!). Adalet ve fedakarlık kavramlarına vurgu yapan bir filmmiş ama inanın ben öyle bir anlam veremedim. Kadının yaptıklarına da anlam veremedim. Gerçek bir olayda asla böyle bir şey olacağını zannetmiyorum. Çok yüce gönüllü gördüm filmin senaristini.



12 Ekim 2015 Pazartesi

BARIŞI BOMBALAMAK

Cumartesi günü herkes gibi normal bir güne uyandığımı düşündüm. Hava fena değil, dışarıda bir şeyler yapılabilir, evde miskinlik yapılabilir, birkaç işim var onlar halledilebilir falan filan. Kalkınca ilk işim herkes gibi sosyal medyaya bakmak zaten. Öylesine bakınırken, facebook sayfama bir haber düştü "Ankara'da patlama, yaralılar var". İçimden inşallah ölen olmaz diye geçti ama bu sadece temenni olarak kaldı ne yazık ki. Saatler geçtikçe her şey daha da acılaştı. Basın zaten birden vermedi haberi, alıştıra alıştıra verdi, ilk önce ölü sayısı 8 oldu, sonra 20, sonra 30, sonra...  Uzaktan bakanlarımız için bu sadece bir sayıydı belki ama aslında her biri melek bir anneydi, evin direği bir babaydı, yemeyip yedirilmiş giymeyip giydirimiş bir evlattı, can yarısı bir kardeşti, kardeşten öte bir arkadaştı...
İki gün oldu sadece bunlar olalı, ne desem boş, ne anlatsam boş, ne yapsam boş... Zaten cümlelerimi toparlayabilir miyim bilemedim. Ama bir şekilde içimdekileri dökmek istedim. Tepkisiz kalmak istemedim. O gencecik bedenler tutuşurken, anne-babaları onlarla birlikte ruhen ölürken ben susmak istemedim. Oraya giden gençlerin fotoğraflarını gördüm, aydınlık yüzlü, pırıl pırıl gençler, hepsi de gülümseyerek poz vermişler; ama karanlık eller izin vermedi, yaşatmadı önlerinde uzanan güzellik katacakları bu hayatı...
Sosyal medyada hala senin ölün benim ölüm, buna üzülüyorsunuz ama şuna üzülmüyorsunuz, buna yas tutuluyor ama şuna tutulmuyor diye insanlar (!) ölümleri, ölüleri yarıştırmakta. Yazık diyorum başka bir şey demiyorum, şu son iki ayda herkesin yüreği dağlandı, dağlanmayan varsa da otursun içine bir baksın, insani özellikleri gösteriyor muyum diye. Bunlar konuşulurken aramızdan ayrılanlar bir daha sevdiklerine sarılamayacaklar, hiçbir bayram sabahında annelerini babalarını ziyaret edemeyecekler, doğum günleri kutlanmayacak, sabah kalkıp işe/okula giderken öfleyip püfleyemecekler, ekmeğin içine domates-peynir koyup yiyemecekler, sevdikleri kitapları okuyamayacaklar, felekten bir gün çalamayacaklar, çocuklarını parka götüremeyecekler... Kısacası yaşayamayacaklar, aileleri yaşayamayacak, sofrada hep onun yeri boş kalacak, bırakın insanlar acılarını yaşasın; empati yapamıyorsanız, en azından saygı gösterin.




4 Ekim 2015 Pazar

SAHAF FESTİVALİ


Güzel bir pazar gününden herkese günaydın... Bugün ne yapacağına karar verememişler için yazımı hemen hazırlamak istedim. Bu güneşli günde Sahaf Festivali'ni ziyaret ederek kendinize nostaljik bir atmosfer ve kitap kokusu hediye edebilirsiniz. Bu sene dokuzuncusu düzenlenen festival, ayın dokuzunda sona erecek. O yüzden acele edin derim ben. Bilmeyenler için festival Beyoğlu'nda, Tepebaşı'nda (TRT'nin hemen arkasında), Pera Müzesi'nin aşağısında.


Festivalde sadece eski kitaplar yok eski kartpostallar, posterler, 45'lik plaklar, eski fotoğraflar, dergiler var. Arka planda nostaljik müzikler sizi günümüzden alıp 70'lere, 80'lere götürüyor.


Bazı standlar biraz dağınık, bazıları daha düzenli, zaten kitap adlarına dikkatli dikkatli bakacağım diye gözlerim ağrıdı. Kitap fiyatları değişiyor standlarda olan kitapların fiyatları oldukça uygun.
Ama dediğim gibi çok dikkatli incelemek gerekiyor. Bazen hiç tahmin etmediğiniz tezgahlarda çok güzel kitaplar çıkabiliyor.

 

  Bu arada festivale katılan küçük kitapseverler de gözümden kaçmadı :) Çekirdekten yetişmek önemli tabii :) Ailelerin çocuklarını da bu tür etkinliklere getirmeleri çok güzel bence.
Gelelim benim aldıklarıma aslında aklımda herhangi bir kitap yoktu. Türk ve Dünya klasiklerini bulmaya odaklandım daha çok, ama düşündüğüm birçok kitap normal satış fiyatıyla neredeyse aynıydı, o yüzden ben de uygun fiyata bulabildiklerimi satın aldım. Yani eğer bestseller kitapları seviyorsanız çok fazla uygun fiyata kitap bulabilirsiniz ama daha farklı kitaplardan hoşlanıyorsanız, çok fazla seçenek olmayabilir ya da biraz daha fazla parayı gözden çıkarmalısınız.
Ve işte bulduğuma en sevindiğim şey, Erdal Öz imzalı Havada Kar Sesi Var. Yazarın Gülünün Solduğu Akşam kitabını lisede okumuş ve çok etkilenmiştim.Öylesine kitaplara bakarken, kitabın ikinci sayfasında Erdal Öz'ün imzasını görünce o kadar sevindim ki anlatamam ve en güzeli de 5 liralık kitaplar arasında buldum bunu.
Ordan ayrılmak da benim için ayrı zor oldu. Yaklaşık 2,5-3 saati orada geçirdiğim halde hala içimden bir ses sürekli biraz daha bak biraz daha diyordu, sanki bir şeyler kaçıracakmışım gibi :) Bence gidilip görülmesi gereken bir etkinlik. Herkese güzel, güneşli, neşeli, kitap kokulu Pazarlar dilerim.





1 Ekim 2015 Perşembe

TİYATRO - ANTABUS

Soğuk bir İstanbul sabahından merhabalar... Sıcaklardan bezginlik gelmişti ama bir hafta içinde bu kadar değişen hava beni şaşırttı hala ince şeyler giyme sevdasındayım, umarım hasta olmam. Sonbaharla birlikte tiyatro, konser sezonu da açılmış oldu ki sonbaharın sevdiğim yönlerinden birisi de budur, İstanbul da etkinlik takip etmek için biçilmiş kaftandır, her ne kadar yaşaması zor bir şehir olsa da etkinliğin alasını bulabileceğiniz yegane şehrimizdir. Bu kadar İstanbul güzellemesinden sonra postumuzun konusu Antabus'a geçelim. Seray Şahiner'in Antabus romanını okumuş ve çok beğenmiştim zaten bloğumda da yazmıştım. Tatbikat Sahnesi'nde oynanacağını geçen sezonda öğrenmiş ama gidememiştim. İçimde kalmıştı yani, bu sezon tekrar sahneleneceğini duyunca artık geciktirmeden gitmeye karar verdim. İyi ki de gitmişim mükemmel bir tek kişilik oyun izledim.İlk önce Tatbikat Sahnesine nasıl gidilir, bu konuda biraz bilgi vereyim çünkü ilk defa gideceğim için nette araştırma yaptım ama gerekli açıklamayı bulamadım. Sadece Levent Metro durağına çok yakın olduğu yazılmıştı. Tamam oraya yakın da ne tarafa doğru gidecektim bir Levent cahili olarak bilemedim. Sırf bu yüzden oyunun başlamasına bir saat kala Levent metro'dan inecek şekilde ayarladım kendimi. Bulmam uzun sürer de oyunu kaçırırım diye. Neyse çok uzattım. Metro'dan inince Levent Çarşı tarafından çıkış yapıyorsunuz. Sola doğru dönüp caddenin sonuna kadar gidiyorsunuz orada sağ tarafta Kahve Dünyasını göreceksiniz. Kahve Dünyasının sağından aşağı doğru yürüyün karşı kaldırımda sol tarafta Tatbikat Sahnesi yazan tabelayı göreceksiniz. Gelelim oyuna, Antabus, 3. sayfa haberlerinde görüp okuyup geçtiğimiz şiddet gören sayısız kadından biri olan Leyla Taşçı'nın hikayesini anlatıyor bize. Leyla Taşçı'yı da Nihal Yalçın (Yalan Dünya-Açılay) canlandırıyor diyecemeyeceğim yaşatıyor bize diyeceğim. Bu arada sahne dizaynı çok değişikti ve koltuklar dönebiliyordu, Nihal Yalçın farklı yerlerde oyunu sergilerken biz de günebakan çiçeği gibi o nereye giderse o tarafa dönüyorduk yani herkesin rahatlıkla oyunu izleyebileceği şekildeydi sahne. Tekrar oyuna dönecek olursak Nihal Yalçın sahnede tek kişiydi ama kitabın diğer karakterleri de sanki sahnede gibiydi onların dediklerini, yaptıklarını anlatırken o kadar kaptırıyordu ki sanki kocası Remzi, kızı Ayşe, annesi, babası, Hayri ağbi, tek aşkı Ömer sahnedeydiler. Kimi zaman gülerek kimi zaman üzülerek izledim oyunu ve izlediğim bu oyunun bazılarının gerçek yaşamı olması ne kadar acı diye düşündüm. Bu akşam bir gösterimi daha var, gitmek isteyen ama kararsız olanlar için hemen yazmak istedim, kesinlikle gitmeye değer bir oyun. Sevgilerle...


26 Eylül 2015 Cumartesi

ÜÇ KİTAP

Uzun zamandır kitap postu girmemişim, gerçi uzun zamandır post hazırlayamadım. Yaz bitti, yavaş yavaş sonbahar da kendini hissettirmişken en zevkli sonbahar etkinliğim kitap okumaya biraz hız verebildim. İlk kitabımız büyük usta Vedat Türkali'nin Bir Gün Tek Başına kitabı, kendisi yedi yüz küsür sayfa, biraz da o yüzden uzun zamandır kitap postu giremedim, çünkü kitabı bitirmem epeyce bir zaman aldı. 1960 darbesi öncesi yaşananları, Günsel ve Kenan aşkıyla yoğurarak anlatmış yazar. İstanbul Üniversitesi mezunu olduğum için anlatılan yerler gözümün önünde rahatça canlandı. Çınaraltında Kenan'la Günsel'in buluşmaları, gençlerin Beyazıt Meydanı'nda protesto yapmaları, Kenan'ın yayınevinin bulunduğu Cağaloğlu... İlk iki yüz sayfada kitabı sıkıcı buldum ama daha sonra olaylar gelişmeye başladı ve sonraki sayfaları merakla okudum. Kitabın sonu ise beni oldukça şaşırttı, işlerin bu hale gelmesini hiç beklemiyordum. Bazı yerler muğlak kaldı o açıdan beni rahatsız etti ama o dönemi merak eden ve akıcı bir kitap arayanlara tavsiyemdir, mutlaka okuyunuz.

"Bugün de mi yirmi dört saat? Neler oldu oysa? Tek bir günün sırası gelsin diye yaşam boyu bekliyoruz."

"İnsanlarda en ağır yasa, ölüme karşı yaşamalarıdır."

"Cin gibi bir oğlan. ‘okuman, yazman var mı?’ dedik. ‘Harfleri tanıyorum da birbirine vuramıyorum.’ dedi. Okuyamıyordu. Epeyi kaldı bizimle… Bir gün ‘ne vakit gözü açılacak, ne vakit gerçekleri görecek bu halk.’ gibisine dertleşiyoruz. ‘Baba’ dedi, ‘Bu millet de benim gibi, harfleri tanıyor da daha birbirine vuramıyor."

"Nerden nasıl geleceğini bilmeden gelecek dehşetli güzel günlere inanıyordu."
İkinci ve üçüncü kitaplar, daha çok çerezlik diye tabir edilen kitaplardan. Bir tanesi Filiz Aygündüz'ün Prens Prensesi Sevmedi kitabı. Filiz Aygündüz'ün Kaç Zil Kaldı Örtmenim kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. Akıcı, hoş bir kitaptı ve bu kitabı da o kitaptan aldığım tada yakın bir tat alma ümidiyle aldım ama sonuç tam bir hüsran ne yazık ki :( Kitap tanıtımlarında da okuduğum derinliği bulamadım kitapta. Son derece yüzeysel ve sıkıcı bir kitaptı  ne yalan söyleyeyim. Tabii ki beğenenler elbette olmuştur ama benim için zaman kaybı olan bir kitaptı ve en kötüsü eğlenceli de değildi. Merak edenler için konusu şu şekilde: bağımlı bir kişiliğe sahip bir kadın karakter, bir adama aşık olur ve adam bunu itse de adamdan vazgeçemez.

Diğer çerezlik kitabımız ise Dişizofren Arkadaşlar Ev Halim. Bu kitapta en azından güldüğüm yerler oldu. Bu da oldukça yüzeysel bir kitaptı. Zaten yazar blogta yazdığı yazıları kitap haline getirmiş. Kilolu bir kız olan Zeynep, hoşlandığı çocuğu etkilemek için sürekli diyet yapmaya çalışır ama çocuğun ondan hoşlanması için kendisi olması yeterlidir. Tek seferde okunan, eğlenceli, kafa yormayan bir kitap arayanlar için uygun bir kitap.




14 Ağustos 2015 Cuma

ELLY HAKKINDA- DARBAREYE ELLY

İran sineması hep ilgimi çekmiştir. Amerikan filmlerindeki aksiyona alışmış bünyeye arada İran sinemasıyla nefes aldırmak lazım sanırım. Elly Hakkında filminin yönetmeni Asghar Farhadi'nin daha önce A Separation (Bir Ayrılık) filmini izlemiş ve çok beğenmiştim. Aslında Elly Hakkında'nın aynı yönetmen tarafından çekildiğini filmi izlemeden önce bilmiyordum o yüzden özellikle bir beklentiyle izlemedim filmi ancak inanılmaz beğendim. Dediğim gibi aksiyonseverlere gelecek bir film değil bu film, daha çok hayattan bir kesit sunuyor bize. Filmin konusuna gelecek olursak 3 çift ve o çiftlerden birinin çocuğunun öğretmeni olan Elly ve yurtdışından gelen Ahmet'ten (ikisinin arasını yapmak istiyorlar) oluşan bir grup 3 günlüğüne bir ev kiralayıp tatil yapmak için şehirden uzak bir yere gidiyorlar yani Amerikan filmi olsa seri katilin dadanmasına müsait bir başlangıç :) neyse kiraladıkları ev deniz kenarında sessiz sakin bir yerde. Elly'nin çocuklara göz kulak olduğu sırada çocuklardan biri denize düşüyor ve diğer çocuk ailelere haber veriyor. Çocuk suya düşerken ya da sudayken Elly'nin ne yaptığını bilmiyoruz. Çocuğu büyükler kurtarıyor ama Elly'i hiçbir yerde bulamıyorlar. Olayı polise bildirdiklerinde ise Elly hakkında ne kadar az bilgiye sahip olduklarını fark ediyorlar. Filmde en beğendiğim şey sanki bir film izlemiyorum da dışarıdan görünmeden olanları izliyorum gibi gelmesi. Güzel ve merak uyandırıcı bir film, meraklısına duyurulur.



9 Ağustos 2015 Pazar

TOPRAK - BUKET UZUNER VE ÇORUM MÜZESİ GEZİSİ

Temmuz kitap okuma açısından pek verimli geçmedi benim için. Tatil, bayram, koşuşturma derken ancak iki kitap okuyabilmişim. Bunlardan biri de Buket Uzuner'in Toprak kitabı. Önceki yazımda da bahsetmiştim aslında Temmuz ayında bu yazıyı hazırlamak istedim ama kısmet şimdiyeymiş. Buket Uzuner'in Su kitabının devamı olan Toprak, Hititlerin anayurdu olan Çorum'da geçiyor. Tarihi eser hırsızlarının peşine düşen Defne Kaman bu sefer Çorum'da kayıplara karışıyor. Küçük bir şehir olan Çorum'da Defne Kaman'ın bulunması için vali, emniyet müdürü, herkes seferber oluyor. Defne'nin kaybolduğunu duyan Defne'nin büyükannesi Umay Nine de aramalara yardımcı olmak için Sahaf Sabahat ile Çorum'un yolunu tutuyor. Bu sırada Yazılıkaya'da ortaya çıkan bir geyik efsanesi Çorum'da dilden dile dolanıyor. Serinin ilk kitabı olan Su'da yunus parklarına dikkat çeken Buket Uzuner, bu sefer tarihi eser kaçakçılığı ve toprağın kutsallığına dikkat çekmiş. Kitapta Hititlerle, doğayla ilgili çok güzel bilgiler verilmiş; bu bilgiler, kitapta karakterlere gayet güzel bir şekilde söyletilmiş yani sanki bir ansiklopedi okuyormuş gibi olmadım, açıkçası bu yönden çok beğendim. Şamanlığa ilk kitap kadar değinmemiş. Hatta sanki kitap çok uzatılmış gibi geldi bana bu sefer. Defne Kaman'ın ortaya çıkışı falan da çok aceleye gelmiş, son bölüme sıkışmış gibi. Yazarın içinde bulunduğu dönemden dolayı belki de böyle olmuştur (Toprak kitabında kendisi şöyle yazmış: "Kamlık ya da Paganlık unsurlarından biri olan Toprak/Yer her zaman kurban talep etmiş ve almış" ve kendisi kitabı yazdığı dönemde annesini kaybetmiş). Kitabın sonunda çok güzel referanslar bölümü var, konuyla ilgili daha çok araştırma yapmak isteyenler buradan faydalanabilir. Ben birkaç tanesini gözüme kestirdim mesela. Genel olarak beğendiğim bir kitap oldu, olayın geçtiği yerin de memleketim olmasından ötürü daha bir severek okudum. Yıllardır gitmeyi isteyip de gidemediğim daha doğrusu sürekli ertelediğim Çorum Müzesi gezimi de yapmamı sağlamış oldu.
Şimdi gelelim postumuzun ikinci konusuna: Çorum Müzesi. Müzemiz, şimdiki binasında 2003 yılından beri ziyaretçilerini ağırlıyor, daha önce bu bina, okul ve hastane olarak kullanılmış. Hitit dönemi ağırlıklı olmak üzere birçok döneme ait eserler bulunuyor.Giriş 5 lira, müze karta ve maksimum kartı olanlara ücretsiz.


İçerisi 4 kattan oluşuyor ve her katta dönemlere göre sınıflandırılmış eserler var. Girişte bir kral mezarı bulunuyor. Sanki bizi karşılar gibi değil mi? Oldukça ürkütücü!

İçeride flaşsız olarak fotoğraf çekmeye izin veriliyor. Diğer katlarda da o kadar çok eser var ki dünyanın başka yerinde olsa bunlar tek bir müzede sergilenmezdi eminim. Düşünün gözyaşı şişeleri bile vardı. Takılar ise ayrı bir güzellikti, kadın her çağda kadın işte :)





Sadece bir eksikliği vardı bence, o da Müzenin çıkışındaki hediyelik eşya dükkanı. Çok yetersizdi, romanda hediyelik eşya dükkanından Kadeş antlaşmasının replikası var şeklinde anlatılmıştı. Ben de belki takıların benzerlerini orada satarlar diye ummuştum ama ne yazık ki orijinal birkaç şey dışında genelde hediyelik eşya dükkanlarında satılan basit şeyler vardı. Keşke bu işe birileri el atsa ne güzel de satar aslında, neyse fotoğraflarıyla yetineceğim artık napalım :( Uzun bir yazı oldu yine, ne kadar anlatsam yeterli olmaz aslında o yüzden tavsiyem gidip yerinde görmenizdir. Sevgilerle...

6 Ağustos 2015 Perşembe

SAHTEKAR - CHANGELING

Epeyce yoğun, sıcak geçen bir Temmuz ayından sonra hepinize merhaba. Ekşi Sözlükte 2015 Temmuzunun 2 ay sürmesi başlığına da rastlayınca hah dedim tek ben değilmişim böyle hisseden :) Temmuz ayında hazırlamak istediğim bir yazım daha vardı ama vakit bulamayınca Ağustosa sarktı yazım. Yakın zamanda onu da hazır edip sizlerin beğenisine sunacağım öhöm öhöm. Ondan önce dün izlediğim bir filmi sizlerle üzerinden zaman geçmeden paylaşmak istedim. Hatta film gece 2'de bitmeseydi biter bitmez yazacaktım :) Gerilim filmi diye tanıtıldığı için beklentim o yöndeydi, ha izlerken gerilmedim mi gerim gerim gerildim ama beklediğim yönde değildi bu gerilim. Normalde Angelina Jolie'nin olduğu filmleri pek izlemek istemem hatta ilk kez Angelina Jolie'nin rol aldığı bir filmi izledim sanırım. Burada fedakar bir anne Christine Collins'i canlandırıyor kendisi. 1920'li yıllar, Christine, işe gitmek için evden çıkıp 9 yaşındaki oğlu Walter'ı evde yalnız bırakıyor. Eve döndüğünde ise Walter'ı evde bulamıyor. Polise haber verdiğinde ise 24 saat beklemesi gerektiği söyleniyor. 24 saat sonunda yine çocuk ortaya çıkmayınca, olay araştırılmaya başlanıyor. Zaman geçtikçe olay basına yansıyor, kendilerinin kötülenmesini istemeyen o zamanın polis teşkilatı Walter'a benzeyen bir çocuğu Christine'e kendi çocuğu diye kabul ettirmek istiyor. Kadın kendi çocuğu olmadığını iddia ettikçe, kadını suçluyorlar ve en sonunda onu tımarhaneye kapattırıyorlar. Burdan sonrasını izleyecekler için anlatmak istemiyorum ama sonuna kadar merakla, heyecanla izlediğim bir film oldu. Gerçek bir hayat hikayesinden alınması, kadının çaresizliği beni çok fazla etkiledi. Çocuğu olanların ve bu tür olaylardan çabuk etkilenenlerin ise izlemeden önce iki defa düşünmesini tavsiye ederim çünkü iç açıcı bir film değil.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

FETHİYE

Yıllardır tatil deyince aklıma ilk gelen yer. Birkaç kez başka yeri de denedik ama Fethiye'de olduğu kadar rahat edemedik. Bunda Fethiye'nin tarihi bir özelliği olmasının yanı sıra doğal güzelliğinin de hala bozulmamış olması da etkili sanırım. Son birkaç yıldır tercih ettiğimiz pansiyon yerine bu sene Fethiye'nin bir beldesi olan Çalış'ı tercih ettik. Gittiğimiz pansiyondan (Çiğdem Pansiyon) çok memnunduk ancak şehir merkezine biraz uzak olduğundan bu sene tercihimizi Çalış'tan yana kullandık. Çalış'ta kaldığımız yer Çalış plajına oldukça yakın bir yerdi, o yüzden sabahları erkenden kalkıp deniz kenarında yürümek bana çok iyi geldi. Dalgaların sesi, denizin maviliği, insanların rahatlığı, parıldayan güneş senenin yorgunluğunu unutmamı sağladı. Kaç senedir Fethiye'ye gelmemize rağmen Çalış'ta görmediğimiz yerleri keşfettik bu sefer. Önceki gezilerimizde genellikle turlara katıldığımız için yorucu geçiyordu tatilimiz; bu sene ise çok koşturmadan, bir tura bağlı kalmadan rahat rahat tatilin tadını çıkarttık.


Size şimdi biraz Çalış'tan bahsedeyim. Belki hala tatil planı yapmamışlar vardır aranızda. Çalış, Fethiye merkeze 6 km uzaklıkta şirin bir belde. Uzun bir plajın kenarında oteller, pansiyonlar var. Genel olarak fiyatlar makul. Denizi biraz dalgalı ve çabuk derinleşiyor; o yüzden iyi yüzme bilmeyenler için uygun bir yer değil. Yüzme bilmeyenlere ya da durgun deniz sevenlere Ölüdeniz'i tavsiye ederim. Orada yüzmenin keyfi bir başka, dalgasız ve uzun süre derinleşmeyen bir denizi var. Çalış'a geri dönecek olursak uzun plajı boylu boyunca yürümek yaklaşık 45 dakika alıyor, yani mükemmel bir yürüyüş yolu. Ben yürüyüşümü sahildeki kafede (Keyif Kafe) bir kahveyle sonlandırıyordum.



 

Akşamları da aynı yürüyüş yolu üzerindeki birkaç yerde bir şeyler içtik. Bunlardan biri olan Hamsi Bar'ın otantik dekorunu çok beğendim.



Oturmayı düşündüğümüz bir yer daha vardı (Calisto) ancak onun hemen yanındaki barda (Lee's) büyük bir kalabalık olunca, orada da yer kalmamıştı. Bu kalabalığın sebebini anlamaya çalışırken, kırmızı takım elbiseli bir adamın şarkı söylediğini gördük. Eşim Rod Stewart'a ne kadar benziyor adam dedi, benzerini getirmişlerdir diye düşündük ama meğerse gerçekten Rod Stewart'mış adam :) Daha önce de Çalış'a gelmiş ve Lee's Barın sahibinin bir arkadaşıymış netten öğrendiğimize göre. Bu da ayrı bir enstantane oldu bizim için ama fotoğrafını çekmediğimiz için pişman oldum ben :) Birkaç akşam da Fethiye'ye gittik gezmek için. Çalış ve Fethiye arası minibüsler 5 dakikada bir kalkıyor ve 00:30'a kadar çalışıyor. Tekne taksiler de var Fethiye ve Çalış arasında çalışan ama biz birtürlü binemedik. Fethiye'de güzel nargile yapan yer arayan olursa Fethiye limanındaki Fora kafeyi tavsiye ederim. Fethiye çarşısı da (Paspatur) tarihi dokusuyla çok hoşuma gider. Bu sefer birkaç fotoğraf çekmeyi akıl ettim.

 



Fethiye'de her gittiğimde uğradığım ve takı aldığım bir takıcı var Naga diye Fethiye çarşısında şemsiyeli sokakta Gratis'e varmadan sol tarafta. Hem fiyatları uygun hem de çok güzel modeller var. Orası haricinde etnik takılar ve kıyafetler satan bir dükkan daha var, ürünleri güzel ancak orayı çok tavsiye etmem, hem fiyatları uçuk hem de içeride rahat rahat bakmanıza izin vermeyecek şekilde yardımcı olmaya(!) çalışıyorlar.



Epeyce uzun bir yazı oldu bu arada. Aslında Fethiye hakkında yazmak istediğim bir şeyler daha var belki ikinci bir yazı yazarım ya da bu konuda soruları olan varsa yorumlar kısmında sorabilirler elimden geldiğince yanıtlamaya çalışırım. Türkiye'nin güzelliklerinden biri olan Fethiye'yi görmenizi her daim tavsiye eder, huzurlu haftasonları dilerim.