27 Şubat 2016 Cumartesi

KIRMIZI PELERİNLİ KENT - ASLI ERDOĞAN

Bahar yavaş yavaş hissettiriyor kendini... İlk cemre havaya düşmüş zaten, ikincisi de bugün suya düşecekmiş, sonuncusunu da yakın zamanda bekliyoruz artık :) Tabiat gibi ben de baharı özlemle bekliyorum. Hele son haftalarda yaşadığımız bahardan farksız günler baharı özletti iyice. Havadan sudan bu kadar bahsetmek yetişir. Gelelim bugünkü konuğumuza :) Aslı Erdoğan'ın okuduğum ilk kitabı Kırmızı Pelerinli Kent. Genel olarak beğendiğim bir kitap oldu. Kırmızı Pelerinli Kent'te Brezilya'ya bir süreliğine gelen Özgür'ün deneyimleri, Brezilya'ya bakışı, orada yaşadıkları ve hissettikleri konu edilmiş. Bu tarz bir ülkeden ya da şehirden bahseden bir kitaptan çok hoşlanmam diye düşünmüştüm ama özellikle ilk başladığımda oldukça sardı beni ama sonra karakterin kararlarına çok anlam veremedim. Sanki Brezilya'ya mecburmuş gibi orada kalmak zorunda hissetmesi kendini, oradan nefret etmesi ama bir yandan da garip bir şekilde oradan kopamaması, anlattığı tehlikelere, parasızlığına rağmen inatla Türkiye'ye geri dönmemesi; bana manasız geldi. Bir de kitapta bir konu olmasından ziyade sadece Özgür'ün aklından geçenleri okumak sonlara doğru sıkıcı olmaya başladı. Şöyle diyebilirim başta ilgiyle okuyup sonradan sıkılmaya başladığım bir kitap oldu.

İKİ FİLM

Yakın zamanda izlediğim iki güzel ve çarpıcı filmden bahsetmek istiyorum sizlere. Her ikisi de Nazi Dönemiyle ilgili. Daha önce bu döneme ait ismini hatırladığım ya da hatırlamadığım, izlerken de keşke sadece film olsalarmış diye düşündüğüm çok fazla film izledim. Benim izlerken dayanamadıklarımı insanlar yaşamışlar ne yazık ki.
İlk filmimiz arkadaşımın tavsiye ettiği Çizgili Pijamalı Çocuk. Anne, baba ve iki çocuktan oluşan çekirdek bir Alman ailenin evden taşınma hazırlıklarıyla film başlıyor. Ailenin babası da bir Nazi subayı. Taşındıkları yeni ev ise babanın yeni görev yeri olan toplama kampına çok yakın. Ailenin erkek çocuğu (Bruno) taşındıkları yerde çok sıkılmakta, uzakta gördüğü çiftlikte (toplama kampı olduğunu anlamıyor) dolaşan pijamalı çocuklarla arkadaşlık yapmak istiyor. Annesi, evin o tarafına geçmemesi konusunda çocuğu uyarıyor ama çocuk merakına yenik düşüyor. Birgün evden çıkıp kampa gidiyor ve orada gördüğü yaşıtı bir çocukla (Shmuel) konuşmaya başlıyor. Daha sonraları fırsat buldukça çocuğun yanına gidip onunla arkadaşlık yapıyor. Film oldukça hüzünlü ve etkileyiciydi. Her iki çocuğun oyunculuğu ise hayran bırakan cinstendi. Film bittikten sonra kolay kolay etkisinden çıkamadım.

"Büyüklerin ne yapmak istediklerine karar verememeleri ne kadar tuhaf. Mesela Pavel. Eskiden bir doktormuş fakat patates soymak için doktorluktan vazgeçmiş."

Bruno: Neden sürekli pijama giyiyorsun?
Shmuel: Çünkü askerler diğer kıyafetlerimizi alıyorlar.
Bruno: Benim babam da bir asker ama başkalarının kıyafetlerini alan cinsten değil.



İkinci film ise sinemada izlediğim Saul'un Oğlu filmi. Filmekimi'nde de yer alan bu filmi o zaman da merak etmiştim ama saatleri ya da sinema salonunun yeri uymadığı için gidememiştim. Daha önce çekilen Nazi Dönemi filmlerinden farklı olduğunun söylenmesi özellikle ilgimi çekmişti. Sonunda bu filmi de izleyebildim. Filmin konusu ise şu şekilde; Krematoryum'da çalıştırılan Yahudilerden biri olan Saul (4 ay süreyle orada çalıştırılıyorlar ve daha sonra onların da sonu aynı oluyor), küçük bir çocuğun öldürülüşüne şahit olur ve çocuğu usulüne uygun şekilde defnetmek en büyük amacı olur. Bunun için ilk önce çocuğun cesedini Almanlar'dan kurtarmalı ve bir haham bulmalıdır. Bu uğurda hem kendisini hem de diğer arkadaşlarını tehlikeye atmakta bir an bile tereddüt etmez. Saul'u canlandıran Geza Röhrig'in oyunculuğu inanılmaz. Umutsuzluk, hissizleşme hepsi yüzünden ayan beyan okunuyor. Filmde benim için en ilgi çekici yan ise bu acı olayın diğer izlediğim filmler gibi ele alınmaması, insanların yaşadıkları dehşetin açık ve iç acıtı bir şekilde değil daha belirsiz şekilde verilmesiydi. Üst üste atılmış cesetler, öldürülmek için getirilmiş binlerce insanın çığlıkları, krematoryuma atılan cesetler hep arka planda. İç parçalayan herhangi bir müzik de yoktu. Bu açıdan izlediğim bu tür filmlerden çok ayrı olmuş. Ama bunlar garip bir şekilde filmi daha gerçekçi yapmış bence. İlginç bir filmdi.
"Ölü biri için yaşayanları hayal kırıklığına uğrattın"
"Biz zaten ölüyüz."



18 Şubat 2016 Perşembe

BİR ŞEY YOK PAYLAŞACAK ACIDAN BAŞKA

Dün sabah Türkan Sarıkaya ile ilgili bir şeyler paylaşmak istiyordum. Bilmeyenleriniz, duymayanlarınız için platonik aşığı (!) tarafından dövülerek öldürülen bir kadın. Artık kanıksadığımız kadın cinayetlerinden herhangi biri. Kendisine tutku derecesinde (!) aşık olan muhteşem gencin (!) sevdasını karşılıksız bıraktığı için hak ettiği cezayı(!) bulan bir kadın. İşte bunu düşünüyordum sabah, bir insan kendisini nerede görür de aşkına cevap vermiyor diye bir başkasına zarar verebilir ya da onu terk ediyor diye... Bu kafa neyin kafasıdır, nasıl yetiştirilmiştir bu insanlar? Bunları yazmaya vakit bulamadan akşam mesai saati bitiminde Ankara'da bir patlama olduğu haberleri gelmeye başladı. 5'ti, 11'di derken kaybettiğimiz insanlar 28'i buldu. Bize sayı olan bu 28 aslında; 28 aile, 28 anne/baba, 28 çocuktu... Kirli planlar, kirli amaçlar... Ve geldiğimiz nokta apaçık ortada. Güneydoğu'da yaşananları saymıyorum bile. Her gün aldığımız ölüm haberleri ne yazık ki o kadar sıradanlaştı ki, bunlar değil akşamına 1 saat sonra bile canı yananlar dışında hatırlanmıyor. Önüm, arkam, sağım, solum şiddet. Hayata, geleceğe dair umutlarım sürekli baltalanıyor. Kendi günlük derdimizi unutturuyorlar. Bu arada Suriye'de iç savaş çıktığından beri (yanlış hatırlamıyorsam  2008-2009 yılları) bir savaş çığırtkanlığıdır gidiyor. Sürekli dönem dönem savaşa gireceğiz diye yüreğimiz hopluyor. Ne deyim bilmiyorum... Allah hayatını kaybedenlere rahmet eylesin, yakınlarına sabır versin, artk bu acılar bitsin, son bulsun tek temennim bu.

13 Şubat 2016 Cumartesi

İKİ KİTAP

Bu sıralar okuma hızım hiç fena değil, maşallah bana :) Gerçi bunda kitapların akıcı olmasının etkisi büyük. Şimdi iki kitabımızı tanımaya başlayalım. Bir Nedene Sunuldum, Yalçın Tosun'un son öykü kitabı. Daha önce Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler isimli kiabını okumuş ve çok beğenmiştim. O yüzden bu kitabı alırken tereddüt yaşamadım. Gerçekten güzel bir öykü kitabıydı  ama Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler'in devamını okuyormuşum gibi hissettim. Öykülerdeki konuların benzerlik göstermesi belki de bana bunu hissettirdi. Yine kişilerarası tuhaf ilişkiler, cinsellik, aşk, beklemeye dair öyküler okudum.
İkinci kitabımız ise uzun zamandır aklımda olan bir kitap: Mahir Ünsal Eriş'in Bangır Bangır Ferdi Çalıyor evde isimli kitabı. Bir arkadaşım son aldığım kitapları sormuştu da o anda hepsini hatrlayamamış daha sonra mesaj atmıştım ona; kitap isimlerini saymaya, Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde ile başlamıştım. Bu da mı kitap ismi diye sordu :) Gerçekten bir kitap için ilginç bir isim. Mahir Ünsal Eriş'i Ot Dergisi'ndeki yazılarından tanıyordum. O yüzden üslubu tanıdıktı, öykülerin konuları ilgi çekici olduğu için çabuk okuduğum bir kitap oldu. Kitapta, ölüm teması yoğun olarak işlenmiş ama çok çeşitli konulara değinen, nostalji kokan bir kitap da aynı zamanda. Kitabı okurken hızlı duygu geçişleri yaşadım. Bir öykü beni hüzünlendirirken diğer öykü güldürdü ama kitapta hüzün teması daha baskındı. Merak edenlere her iki kitabı da tavsiye eder, güzel haftasonları dilerim.

11 Şubat 2016 Perşembe

MEZARSIZ ÖLÜLER - TİYATRO

Merhabalar... Bugün sizlere Tatbikat Sahnesinde sergilenen güzel bir oyundan bahsetmek istiyorum. Jean Paul Sartre'ın ünlü eseri Mezarsız Ölüler, geçen sene Gri Sahne tiyatrosunda sergileniyordu ama bir türlü gitme fırsatım olmamıştı. Bu sene Gri Sahne'nin oyunları arasında Mezarsız Ölüler yer almadı. Tatbikat Sahnesinin oyunları arasında Mezarsız  Ölüler'i görünce de hemen gidilecekler listesine ekledim. Daha önce kitabını okumadığım için kitabıyla bir karşılaştırma yapamayacağım ama oyun muazzamdı. Oyunda, amacını bilmedikleri bir eylemi gerçekleştiremeden yakalanan direnişçilerin ölüm ve işkence korkusu içindeki hallerini, içinde kaldıkları ikilemleri izliyoruz. Oyuncuların bir bir morg dolaplarından çıkmaları ile oyun başlıyor. Elleri bağlı şekilde o dolaplardan oyuncuların rahatça çıkabilmesi ayrıca takdire şayan. Daha sonra sırayla sorguya çekilmeye başlıyorlar. Sorguya çağıran adamın da üzerinde kanlı muşambadan bir önlük var, eldivenleri de kan içinde; onun görüntüsü ve psikopat gülümseyişi bile ürpermemize yetiyor. İlk sorguya çekilenin sadece sesini duyuyoruz. Daha sonraki bir sorgu sahnesi ise önümüzde gerçekleştiriliyor, ki ben oyunlara gitmeden önce oyunla ilgili yorumları okurum, bu konuda bir bilgiye rast gelmedim, çok gerçekçiydi; sahneyi izlerken midem bulandı, karnıma ağrılar girdi, kalbim sıkıştı, saçlarımın dibi terledi, çok çok kötü hissettim, biraz daha uzun sürseydi çıkmak zorunda kalacaktım. Neyse ki sonra su falan içerek kendimi toparlayabildim. O yüzden daha önce izlememiş olanları ve hassas olanları bu konuda uyarayım çünkü sahneye bakmamak bile çözüm olamıyor. Sorgulardan artakalan anlarda karakterler birbirleriyle sürekli tartışıyorlar. Dava uğruna yaptıklarının gerçekten gerekli olup olmadığını, liderlerini ve dava arkadaşlarını ele verip vermemelerinin gerekip gerekmediğini, ölümlerinin bir anlam taşıyıp taşımadığını gibi... Aslında oyunu anlatmak o kadar zor ki tavsiyem sahnede izlenmesidir, kesinlikle pişman olmazsınız.

"Bana kalırsa biz çoktan öldük. Artık işe yarar olmaktan çıktığımız o belirli anda. Şimdi elimizde kalan aslında başlamadan bitmiş bir yaşamın son kırıntısı, tüketilecek birkaç saat. Zamanı öldürmekten ve yanındakilerle gevezelik yapmaktan başka yapacağın bir şey yok artık. Boşver Henri, dinlen. Biz artık hesapta yokuz, önemsiz ölüleriz."

"Bir hiç için ölmeye hakkımız yok."



7 Şubat 2016 Pazar

İKİ KİTAP

Güzel bir Pazar gününden merhabalar... İstanbul'da hava soğuk olsa da insanın içini ısıtan güzel bir kış güneşi var tepede. Gün için planım olmayınca yapılmayı bekleyen ev işlerine girişeyim dedim. Ev işlerini bitirince diğer yazımda belirttiğim kitaplardan bahsetmek için kahvemi alıp yazımı hazırlamaya koyuldum. İlk kitabımız Çorum İstanbul yolculuğum sırasında bana eşlik eden, uzun zamandır ilk kez bu derece heyecanla okuduğum; Yaprak Öz'ün Şeytan Disko adlı kitabı. Kitabı bir blogger arkadaşın (yazısını aradım ama bulamadım muhtemelen birkaç ay önceydi o yüzden bloğun adını yazamadım :( yazısında görünce meraklanmıştım ve okuma listeme eklemiştim. Gerilim filmleri ve kitapları oldukça ilgimi çeker. Bu kitabı ise çok büyük beklenti ile almadım. Daha önce Kadük isimli bir kitap okumuştum ve konusu ilginç olmasına rağmen uslübu ve konunun ilişkilendiriliş şeklini beğenmemiştim. Gerilim işini bizimkiler çok beceremiyor diye düşünürken, Yaprak Öz bu önyargımı tamamen yerle bir etti. Olayları kurgulayışı, anlatımı, uslübu inanılmazdı. İki ya da üç günde bitirdim kitabı ve elimden bırakmak istemedim. Kitabın konusu ise şöyle; kötü giden evliliği ve yaşamının amaçsızlığı yüzünden depresyonda olan Deniz, bir psikiyatra gitmeye başlar. Psikiyatrla konuşmaya başladıkça  aklına gelenler,  hissettikleri ve gözünün önüne gelen görüntüler nedeniyle içinden çıkılmaz bir gizem içinde bulur kendini. Psikiyatrın kendisine çok da yardımı olmayacağını ve aklına gelenlerden dolayı onu deli zannedeceğini düşünür; bunun üzerine bir medyum arayışına girer. Konuyu anlatmayı burada bırakayım gerilimi ve gizemi seven kişilere şiddetle tavsiye ederim, çok güzel bir kitaptı.
İkinci kitabımız ise Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Mürebbiye ve Şeytan İşi isimli kitabı. Everest yayınlarının Türk klasiklerini günümüz Türkçesine uygun şekilde düzenleyerek çıkardığını öğrendiğimde, Cehennemlik'le birlikte aldığım bir kitaptı. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın her zamanki esprili uslübuyla eğlenerek okuduğum bir kitap oldu. Mürebbiye'yle başlayalım; Fransa'da gayriahlaki bir yaşam sürdüren Matmazel Anjel, İstanbul'da saygın bir ailenin yanında mürebbiye olarak işe başlar. Matmazelin önceki yaşamından bihaber olan konak ahalisi erkekleri, kendisinin etrafında pervane olur. Matmazel kimseyi ayırt etmeden herkese mavi boncuk dağıtır. Daha sonra konakta işler arapsaçına döner :) Şeytan İşi'nde ise Hayriye Hanım tek başına yaşayan yaşlı bir kadındır. Herkesten gizlediği büyük miktarda parasını evinin içinde saklamaktadır. İstanbul'da başka bir semtte yaşlı bir kadının parası için öldürülmesini duyduktan sonra tüm huzuru kaçmıştır. Başkalarına bunu belli etmemeye çalışsa da hareketleri dikkat çekmektedir. Günün birinde postacı kapısını çalar ve mektup, altınlarını nerede sakladığını bildiklerini iddia eden perilerden gelmiştir. Sonrası merak edenler için kalsın.

4 Şubat 2016 Perşembe

DİRİLİŞ (THE REVENANT)

Yazmayalı neredeyse bir ay olmuş, aslında yazacaklarım vardı ama araya tatil girince yazamadım. Hazır vakit bulmuşken bu yazıyı hazırlayayım dedim. Diğer yazım okuduklarımla ilgili olacak. Çok güzel kitaplar okudum. En kısa zamanda onları da sizinle paylaşacağım. Gelelim bu yazımın konusu olan Diriliş filmine. Filmi ilk vizyona girdiği gün izledim, o zaman yazsam daha iyi olurdu, duyguları tam olarak aktarma açısından ama zaman geçmesi bir yönden iyi oldu bence çünkü ilk anda yazsam daha olumsuz olabilirdim. Biraz demlendim diyelim kısacası. O kadar afilli reklamı yapıldığı için merakla beklediğim bir filmdi Diriliş. Leonardo Di Caprio'nun oyunculuğunu çok beğenirim Titanic'ten beri. Hala Oscar alamamış olması şu sıralar sosyal medyada bol bol esprili bir şekilde eleştiriliyor ki bence de Oscar'ı hak eden bir oyuncu. Bu kadar Leonardo Di Caprio güzellemesinden sonra gelelim filme. Film Amerika'nın yeni yeni keşfedildiği yıllarda geçiyor, Amerika'da avlanarak hayvan postu toplayan bir grup, bu postlar nedeniyle yerlilerin saldırısına uğruyor. Bu saldırıdan kurtulan grup daha sonra Mr Glass (Leonardo Di Caprio) önderliğinde ormanın içinde yürümeye başlıyorlar. Mr Glass bir ara gruptan ayrı düşüyor ve bir ayının saldırısına uğruyor. Ayı durup düşünüp bunu iyi bir hırpalıyor. Mr Glass son bir gayretle ayıyı öldürüyor ama kendi aldığı yaralar ölümcül. Grup bunu buluyor ve yaralarını sarmaya çalışıyor ama kurtulması imkansız gibi görünüyor. Onunla karargahlarına dönmeleri neredeyse imkansız olduğu için Mr Glass'ın yanında kalacak iki kişi gönüllü seçiliyor. Mr Glass'ın oğlu ve genç bir çocuk ile John Fitzgerald kalmayı kabul ediyor. Fitzgerald'ın umrunda olan tek şey ise bu iş için vadedilen para. Geri kalanı aslında tahmin edilebilir bir intikam filmi. Filmin senaryosu gerçekten ayı saldırısından kurtulmuş olan Hugh Glass'tan esinlenmiş. Görüntü güzel ama film gereksiz uzun (tam iki buçuk saat), ben bu filmi en fazla bir saate sığdırırırdım onların yerinde olsam. Sıkılıp sinema salonundan çıkanlar oldu. Leonardo Di Caprio kendini paraladı film boyunca bir de hava şartları epey çetin bir ortamda çekilmiş birçok sahne yazık olmuş adamcağıza. İnandırıcı olmayan kısımları da vardı filmin mesela bir sahnede Leonardo Di Caprio ıslak elbiselerini dışarıda bırakıp atın karnını yarıp içine giriyor geri çıktığında kıyafetleri rahatlıkla giriyor o soğukta o kıyafetlerin o şekilde kalmasına imkan yok. Bir de ayı sahnesi gayet gerçekçi olmuş ancak o kadar yaralanan adam iki gün içinde ayaklanamaz. Bunlar aklıma gelenler. Bir de kan vahşet sevmeyenleri de uyarayım filmde bunlardan bolca var. Bence olmamış ve çoooookkkk uzun bir film konusuna göre.